30 Haziran 2011 Perşembe

...just a statistic


bi gün "var olan ama duruşu olmayan" karşıma çıkıp "ulan ben senin yaptıklarından ne istediğini, neye ulaşmaya çabaladığını anlamadım mına koduğum nası yargılayacağız seni" dese zerre şaşırmayacağım. muttley sırıtışımla tam karşısında durup "bilmiyorum abi, ben de bilmiyorum" diyeceğim sanırsam o durum içerisinde, kafamda "m.m.-posthuman" döner iken.

28 Haziran 2011 Salı

"içses"ten yemekler.

"bugünkü menümüzde ne var" dediğimde,
"ne olcak lan, ekmek arası tost makinasında pişmiş hazır köfte" dedi içses,
"yine mi hazır yemek be abi" dediğimde,
"ne bekliyodun y******m ümit usta mı yaşıyo evde" dedi,
sustum boynumu büktüm haklıydı mk.

tüm son yüzsüzlüğümü toplayıp "içecek ne var diye" sorma gafletinde bulundum ki,
"kırmızı neyine yetmiyor" dedi
ama boyun büküşüme dayanamamasından olsa gerek:
"hadi aç bak dolabı, sevmediğin meyve suları filan var ama; idare ediver işte" dedi belki de son merhametiyle.

"senle yaşamak güzel şey lan" dedi öyle dururken,
"yani yaşamak zorunda olduğum için söylüyosam, seni versinler ellere beni vursunlar" dedi,
"eyvallah abi, ben de senin için aynı şeyleri düşünüyorum" dedim

kendimle geçen bi günü daha öyle ya da böyle atlatmıştım; daha sayılacak günler var gibiydi önümüzde.

biraz reklam ya da resmen reklam


dibini köklediğin sigaranın üzerinde yazının kalma detayını bilerek yaptılarsa, gerçekten abartılı şekilde takdir ediyorum lucky strike'ın yayınında ve yapımında emeği geçenleri.
sinema tarihinin -bence- en arıza karakterlerinden olan begbie abimizin izmarit fırlatışını becerebildiğim gün, hayatımdaki dönüm noktalarından biri olacak.

6 Haziran 2011 Pazartesi

birilerini fütursuzca eleştirdim, ağzıma geleni saydım üff

böyle hisli yazılar yazıp da sonra derdini anlatamayınca aralara şarkı sözü (tercihen ingilizce) sıkıştıranlar da ne kadar salak ya. adam başlamış yazısına, kalemi döndüğünce iyi-kötü bir şeyler anlatıyor, derken bir bakıyorsun, ruh halinin çözümlemesini yapması gereken yerde şöyle bir bölüm var:

"...işte o an hipopotamların yolunun yalnızlık bulvarlarından geçtiğini anlarsın. hemen açarsın ajdar anık'ı ve kulak verirsin; ne güzel söyler ajdar baba; hislerine tercüman olur adeta:

ben güneş sen barut,
of ooof.
öptüm seni şaap şup.
şap şup. şaap-şuup...
çikta çikta
çikta çikta
çikçikçikçik
çikita."

ben tam beceremedim sanki ama bunun gibi örneklerle karşılaşınca monitörü balkondan aşağı fırlatasım geliyo. yapmayın bunu, küfrettirmeyin kendinize, nesnel olun şekil 1'deki kedi gibi, paranız cebinizde kalsın. başkasının yazdığı alakasız sözlerle kendi hayatınızı ortaya koymaya çalışmayın. olmuyo öyle, dinlediğiniz şarkı üzerinden empati kuramıyoruz sizinle. o şarkıyı 389474 kişi dinliyo ve herhangi ikisi bile aynı şeyleri duyumsamıyo bunu yaparken. lütfen.

şekil 1: yazar tıkanması yaşayan kedi
(bu resmi de blog yazı doldu, sıkıcı oldu diye koydum sırf)

3 Haziran 2011 Cuma

bana yeniden yazılar yazdıran rüya mı desem kuş mu, bilemedim

merhaba sevgili televoleler. dün sabah çok acayip bi rüya gördüm ya. bildiğin çok değişikti olm, çığlık attım. rüyanın konusuna gelecek olursak; bu yaz sıcaklarında zaten canından bezmiş bi şekilde eve kapanıp ders çalışma denemelerine girişen beni; martı büyüklüğünde & sonradan ruh hastası olduğuna kanaat getirdiğim yeşil renkli bi kuşun, her seferinde salonun penceresinden girip girip sağ omzuma konarak boynunu ensemin arkasından uzatmak suretiyle sol kulak mememi ısrarla ısırıp durmasını konu alıyodu. üstelik bu uğursuz kuş her omzuma konduğunda nedense benim sesim kesiliyordu. gıkım çıkmıyordu, dilsize dönüyordum, ta ki... ta ki kendimi zorlayıp "AAAAAAAA" diye bağırana ve o ana kadar yan yatakta huzurla uyumakta olan abimi de "emre can napıyosun çığlık atıyosun" diye söyletene kadar.

20 Mayıs 2011 Cuma

yazdan gelme bi akşam

telefon şarjımın bitecek olmasının verdiği tedirginlikle işten çıkmış eve doğru giderken, 20 dakikadan fazla durmak yok diye kendi kendime söz vermiştim. telefonun şarjının bitecek olması tedirginliği akşam içindi, dışarıya çıkıp toplanacak beraber bişiler içip laflayacak, son günleri konuşacaktık. ama gel gör ki eve girdiğim an tüm gerilimim kaybolmuştu. telefonu şarja bağlamanın gerekliliği de bu rahatlıkla yok olup gitmişti. evde geçirmeyi planladığım 20 dakika bi anda 2 saat olmuştu ama hâlâ üzerimde anlamsız bir rahatlık mevcuttu "nasıl olsa beni her yere geç kalır diye biliyolar sorun yok, onlar hesap etmiştir ne zaman geleceğimi" diye düşünmemden olsa gerekti bu rahatlık. neyse her şeye karar verilmiş ve de evden çıkmıştım ki telefonu şarja bağlamadığım gerçeğiyle yüzleştim acaba telefonu kapamalı mıydım. taksim'e varınca açardım. tabi bu sırada aranırsam, milyonlarca küfür yeme ihtimalim vardı ki bunların bir kısmı telefonu açınca mesaj olarak gelecek cinstendi.

saçma sapan bir yolculuk sürecinden sonra: metronun şişhane çıkışı ne lan öyle hiç yapmasalarmış mk. çık çık bitmiyo. istiklale çıktığım an 51. veya 52. bölgeden çıkmış gibi hissettim kendimi. duvarlara yanılsama illüstrasyonları filan yaptırmışlar bi de. ulan çıka çıka insan kafa oluyo zaten istiklale ulaşana kadar. neyse bizimkilerin yanına vardığım an "mustafa abi" a.k.a. "entas lokali"ni kapatacak kadar oturmuş olduklarını anladım. pasajdaki dükkanlar da kapanmış karşılaştığımız noktada bi sikim ışık yanmıyodu. benim yüzümde bi "biraz mahcubum; baya geç kaldım" ifadesi, çagi ve nurul'un yüzlerinde ise "abi siktir et zaten geç kalacağını biliyoduk" ifadesi vardı. oo kapatmış da çıkmışsınız mustafa abi'den dedim "yok ya daha açıktı sıkıldık da kalktık dediler" küfür yemeden yırtmayı başarmıştım. sadece bazı insanların tuttuğu, "geç kalınıp da bekletilecekler listesi"nin nurul ve çagi sahipliğindeki versiyonuna adım bir kez daha yazılmıştı varsın olsundu ne çıkardı alışıktık, hem zaten "yaşamak alışmak"tı.

istiklalde bir süre yolda saçma sapan napalım nereye oturalım düşüncesiyle gezinirken adeta hepimiz şebnem ferah tarzı rock'çının eski çıktığı gibi umursamazdık, şebnem ferah'ı aldatıp da "elalem demez mi 'nasıl bir hayat tarzıdır bu' " diye düşünmeden bir ebru gündeş, bir ebru yaşar ile çıkmaya başlamış ve "kim lan bu ebru'nun sevgilisi" sorusuna cevap olmuş gibiydik. bu umursamazlık ve kararsızlık bizi tabii ki bir diğer buluşma mekanımızın arka bahçesine sürükleyecekti. son bi buçuk senede çoğunlukla olduğu gibi yine thales'teydik. thales'e giderken "ben gidip çizim yapıcam abi" diyen nurul bizden ayrılmıştı sokak başında. çikolatacının önünde duygusal anlar yaşanmıştı bi kaç saniyeliğine, "ödevi siktir et dediysek de "yok abi benim bunu yapmam gerek" dedi. duygusal değildi lan tamam sizi yedim, hem çikolata da sevmem zaten.

çikolata sevgisizliği derken, bir anda oturmuş çagi ile muhabbet ederken konu "ultra anti erkek mekanı olan j'adore"a gittiğine geldi, "napıyosun olm sen, çok mu sıkıldın" dedikten hemen sonra son günlerde bizlere darılan kübü'nün gönlünü almak üzere onunla gittiğini ve gittiği gibi duvara tokat yazmak suretiyle, benim gibi çikolata sevmeyen evo'nun çay istemesi üzerine söyledikleri "burası çikolata mekanı burada çay içilmez"in rövanşını aldığından bahsetti. tam o sıralarda gecenin beklenen adamı evo'nun gelişiyle kadroyu tamamlamıştık. masadaki lucky'lerimiz bitmişken bi yerlerden yenilerini alıp geldikten ve bir kaç dal daha tüttürüp, muhabbetin gittiği noktada biraz biraz belki baya baya eğlendikten sonra kalkma kararı almıştık.

eve vardığımız an evo bilgisayarına, çagi her daim yanındaki bilgisayarına, ben ise cama yerleşmiş konumdaydım. ne iş döndüğünü anlayamadığımız fotoğraf stüdyosunun ışıkları yine açıktı, sovyet stili dört tarafı apartmanlarla çevrili park da boştu, ne de olsa gece 4'tü. yapacak fazla da bişi yoktu. biraz muhabbet, biraz kırmızı, biraz soya soslu fıstıktan sonra uykum gelip uyuyacaktım.

9 Mayıs 2011 Pazartesi

all you need is love?



hiç tanımadığım, görmediğim, bilmediğim sayılabilecek bir insana acaip derecede uyuz olma potansiyeline sahipsem; hayat hâlâ yaşamaya değer demektir. yaşama hırsı diyip de geçerim jack london abimize bağlayıp sevgilerimi sunarım.

takvim filan







o günlerde takvim üzerinden zamanı takip etmek zordu. çok şükür o günlerde yaşamadık.

29 Nisan 2011 Cuma

yaratmak derken?

"insan kendi şansını, kendisi yaratır"

işbu sözü kim söylemiş ise onu bulup da; "nerede yaşıyon, hangi kafada yaşıyon" diye sorup akabinde "yok öyle bişi abi, demedim ben" dedirtene kadar dövsek ya, şöyle güzelce.

bir şey merak etmiştik?

zevkin sefanın en coşkun döneminde yaşamış olan david bowie abimin ne ara dönemin meşhur alemlerinden vakit bulup da "the man who sold the world" ve türevi depresif şarkıları yazdığını cidden çok merak ediyorum. "özünde büyük derbedermiş herhalde lan" diyip geçiyorum aslında içimden.

16 Nisan 2011 Cumartesi

penguenlerin evcilleştirilmeme sebepleri

bugüne kadar hep "yaa evimde penguen beslemek istiyorum ama n'apıcam, nasıl olacak?" dediyseniz, önce bunları okuyun.
  • temel besin kaynakları canlı balık (sürekli hazır bulundurmanız gerekli; bu yüzden bir akvaryuma ya da evinizin çok yakınında bir balıkçıya ihtiyacınız olabilir). bunun dışında vitamin takviyelerine de ihtiyaç duyabilirler.
  • birçok hastalığa yakalanma riski taşıyorlar (evinizde bir adet veteriner de bulundursanız iyi edersiniz, kaldı ki kaç tane veterinerin penguenlerden anladığı da tartışılır).
  • (kendiniz bir yerlerden bir tane aşırmadıkça) pahalılar
  • tuzlu ve suyu sürekli taze tutulan bir havuza ihtiyaçları var
  • çok düşük sıcaklıklarda yaşamaya alışıklar
  • ayaklarının sağlığı için, eviniz taş zemine sahip olmalı
  • yılda iki kez tüylerini döküyorlar
  • koloniler halinde yaşadıkları için bir tanesini barındırmak depresyona girmesine neden olacaktır... depresif bir pengueni kimse istemez
  • ...ve en önemli madde: sürekli osuruyorlar ve osurukları iğrenç kokuyor
kaynak: çeşitli siteler; [1] [2]

    fazla uzun ಠ_ಠ

    http://en.wikipedia.org/wiki/Toilet_paper_orientation

    bu ne lan şimdi?! BU MAKALE NEDEN BU KADAR UZUN?! hayır, biri bana izahını yapsın demiyorum çünkü;

    1. kimse bana bunun tatmin edici bi açıklamasını yapamaz
    2. blog'u zaten kimse okumuyo.

    hadi şimdi dağılın

    edit: sonradan fark ettim de wikipedia'nın tuvalet kağıdı fetişi var:

    http://en.wikipedia.org/wiki/Hotel_toilet-paper_folding

    15 Nisan 2011 Cuma

    muz sanatı ya da oymacılığı

    bazen bi sanat eserini çarpıcı kılan, yalnızca unsurunun sıradışılığı olabiliyo. yıllar öncesine ait bi umut sarıkaya karikatürü geziniyo hafızamda; keçileri kaçırmış bi sanatçının çırılçıplak halde kendisini sergilediği. orada amaçlanan yalnızca durumun abzürtlüğüne okuyucunun gülmesini sağlamak olsa da; birkaç şimşek çaktırmıştı benim kafamda vakt-i zamanında. hani yalnızca "bu neden daha önce düşünülmemiş, acaba düşünülmüş de ben mi habersizim, hani, nerde?" gibisinden düşüncelere gark etmiş değil; sanatın sınır tanımazlığını kavramam açısından da iyi bi örnek teşkil etmişti. hey yavrum hey.

    farklı örneklerini şuradan ve google'da banana carvings şeklinde arama yaparak görebilirsiniz; sanırım.

    7 Nisan 2011 Perşembe

    yoda hala



    YODA HALA (kısa film, türkiye, 19??, dram)

    tema: sistem eleştirisi.

    konu:

    vedat ve hale, birbirini seven iki yaşlıdır. içlerinden yalnızca hale'nin ailesi vardır. mutsuz bir evlilikleri ve asla görmedikleri çocukları olur. hale'nin ailesi çeşitli işlere burnunu sokar. olaylar gelişir.

    yorum:

    yoda hala rolündeki teyze, üzerinden ayrılamadığı koltuk, körü körüne bağlı olduğu fikirler ve başka insanların kaderini büyük ölçüde değiştirebilen kararlarıyla günümüzün politikacısını açık bi şekilde temsil ediyo. biz asla farkında olmasak bile hayatlarımızın aslında nasıl da "yoda hala"ların elinde olduğu çarpıcı bir şekilde ortaya konmuş. ayrıca bedduaya karşı olan bi insanın bi çırpıda ölüm emri verebilmesi de dincilerin iki yüzlülüklerine parmak basıyo.

    aslında hiçbirimizin hayatta rollerini yeterince iyi oynayamadığı gerçeği, filmdeki kötü oyunculukla başarılı bir şekilde yüzümüze vurulmuş bu belki de sinema tarihinde bir ilk; ancak kuşkusuz dahice bir düşünce.

    artık en alakasız savaş filminde bile bi şekilde kendine yer edinmeyi başaran "aşk" kavramıysa bu filmin akışı içinde de devamlı olarak gözümüzün içine sokuluyo. diğer açılardan beni oldukça tatmin etmiş olan yönetmenin bu popülerleşme çabası karşısında açıkçası hayalkırıklığına uğradım. hikaye biraz daha farklı kurgulanıp, "yoda hala" kavramına birazcık daha vurgu yapılabilirdi. yine de, bütünüyle değerlendirildiğinde, YODA HALA uzun yıllar klasikler arasında yerini almayı hak edecek cinsten bir eser. 10/10


    dipnot: moroff'un facebook üzerinden yapıp da buraya taşımaya üşendiği işbu yorumu taşımış bulunmaktan zevk duyarım.