22 Aralık 2010 Çarşamba

sigara içen yaprağın ciğer filmiymiş bu. kaç kere bırak dedik mereti dinletemedik; tıkanmış bak bütün xylem boruları.

21 Aralık 2010 Salı

kimse michael stipe gibi zıplayamaz



-son günlerde hayat enerjimi sağlayan işbu videoyu kontrasakalda yayınlamamak, kabul edilemez bir hata olurdu-

18 Aralık 2010 Cumartesi

derbeder diyalog




"kaybeden her yerde kaybeder."
(eren, geçen perşembe akşam suları, 215'te boğaza karşı tüttürürken)

15 Kasım 2010 Pazartesi

13 Kasım 2010 Cumartesi

martılar neden tehlikelidir?


sağ alt köşedeki eleman da "THIS IS SPARTAAA!!!" modunda takılıyo.

(üzerine tıklayın bence. ben öyle yapıyorum)

12 Kasım 2010 Cuma

hitler birimi


mevzu biraz karışık. özet geçicem. reddit'tekiler düşünmüş. enteresan bi fikir.

hitler bir ölüm birimi... şimdi şöyle; hitler'in öldürdüğü kişi sayısını
6 milyon kabul edersek;
bu durumda 1 hitler de 6 milyon = 6*106 ölüme eşit oluyormuş.

SI öneklerini birimimize uygularsak, 1 hitler = 103 milihitler = 106 mikrohitler yapar. bu durumda bir kişinin ölümü;
1/6*106 hitler = 1/6 mikrohitler = yaklaşık 167 nanohitler demek.

12 kişiyi öldüren bir seri katili düşünün. bu, katilimiz 2 mikrohitlerlik iş yapmış demek.

reddit'teki orijinal metinde, abd çevre koruma kurumunun son açıkladığı rakamlara göre bir insan hayatının 6,9 milyon dolar = 6,9*106 dolar değerinde olduğu, bu durumda 1 hitlerin 6,9*106*6*106 = 41.400.000.000.000 dolarlık kayba; yani -41.400.000.000.000 dolara eşit olduğu; buna göre bize 100 dolar borç çıkaran bir bankanın bizi 242 pikohitlerlik bir şiddette ayaküstü ***tiği ve bu durumda banka çalışanına tezgahın arkasında küçük bir auschwitz bulundurup bulundurmadıklarını sormamız gerektiği de yazıyor (sayıları değiştirdim ben de)

başka birimler de türetilmiş tabi... hitler görevde bulunduğu sürece saniyede 0,018 ölümden sorumluymuş. buna göre 0,018 ölüm/saniye de 1 hitler saniyesi oluyor.

örnek soru: 100 kişinin öldüğü bir saldırı, kaç hitler saniyesi sürmüştür?

cevap: 100 / 0,018 ≈ 5555,6 hitler saniyesi ≈ 92,6 hitler dakikası = 1 hitler saati 32 hitler dakikası 36 hitler saniyesi.

31 Ekim 2010 Pazar

Luke... I'm your father


yaptığı gönderme ile basit ama güzel bir reklam olmuş derim.

13 Ekim 2010 Çarşamba

25th hour (2002)


son 10 dakikaya gelmeden bişi dememeli mümkünse film hakkında. o kısma kadar dikkatle izlenmeli, o kısımda da dikkat x3'e çıkarılmalı ilk kısma oranla. bir de bu filmi aksiyon beklentisiyle izliyorsanız, filme hiç bulaşmamanızı tavsiye ederim.

22 Eylül 2010 Çarşamba

kim tasarlamış bu kulaklıkları?


çok ünlü bir elektronik firmasının kişisel medya ürünlerinde yıllar boyu default olarak sunduğu kulaklık: walkmanlerden çıktı, discmanlerden çıktı, mp3 playerlar'ından da çıkmaya devam etmekte.(çok ünlü bir elektronik firması diye geçiştirirken fotoğrafta da firmayı sansürlemiş olmak zor gelmeseydi iyi olacaktı, ama neyse biraz reklam yapmış olduk)

asıl konuma gelmeye çabalarsam sorun şudur ki: şu lanet kulaklık benim kulağıma yıllarboyu, kulağımın ebatlarının değişimine rağmen -küçükken bir dönem kepçeymişim,evet- hiçbir zaman kulağıma oturamamasıyla, tüm japon ırkına karşı nefretimi tetikleyen bir ürün olmuştur. hayır şimdi bu ürün, yıllarboyu bu şekilde; yeni ürün çeşitleri çıksa bile, onların yanında verilmesinde herhangi bir sakınca görülmeyen bir şey ise buradan yapılabilecek iki çıkarım vardır: ya "bu firma ergonomiyi sallamamaktadır", ya da ya da "bu ipne meret başkalarının kulaklarına oturmaktadır."

şu çıkarımlar arasından tabii ki ikinciyi seçtim ve bi anlığına sessiz hüzün yaşadım; dünyada şu kulaklığın kulağına oturmadığı tek insan benmişim gibime geldi. sonra dedim belki yalnız değilimdir. bu kulaklığın kulağına oturmadığı başka insanlar da vardır ve onları galeyana getirsem, mail yağmuruna tutsak dedim şu şirketin internet sitesinden verilen iletişim adresini. sonra bi an durup "napıyorum lan ben" dedim mi? demedim tabii ki, yapar mıyım ben öyle şey?. bi an durmuş olabilirim belki ama, ama sadece boşvermiştim ben; işte ne bileyim, hakkında üzerinde uzun uzun düşünmeye değecek bir şeylere henüz rastlamamış gibiydim ve bu kulaklık da hakkında uzun uzun düşünmeye değecek bir şey değildi, hepsi buydu işte.

13 Eylül 2010 Pazartesi

24 hour party people (2002)

döneminin etkili fakat pek de sevilmeyen müzik adamı tony wilson'ın ağzından post-punk'tan rave'e uzanan bir man(d)chester hikayesi. 80ler dönemi manchester gruplarından herhangi birini seviyorsanız izlemeye değer bir film.

bir de bir de filmde rob gretton'ın büyük camlı gözlüklerine takıldım ben, bahsetmeden geçsem olmaz idi.

28 Ağustos 2010 Cumartesi

bir gece

buraya birbirleri ardına sıralandıklarında cesaretimi kırıcı ve kendime karşı duyduğum saygıyı yitirtici etkiler gösteren bir dolu söz öbeği karalamıştım ama sonra bu gittiğim yolun yol olmadığına karar verip hepsini bir çırpıda sildim

saniyeler akıp gidiyor. bugün evde dolanıp dururken geriye ne kadar adımımın kaldığını düşündüm. sonucun bilinmezliği karşısında ürperdim ve bu ürperti beni pek huzursuz bir ruh haline soktu. huzursuzluğumun kaynağı doğrudan doğruya ne kadar adımım -dolayısıyla ne kadar ömrüm- kaldığını bilemiyor oluşum değildi, tüm mitlerin ve sıradışı olayların angaryadan ibaret olduğunu varsayan biri olarak bunu zaten kimsenin bilebileceğini sanmıyorum, yalnızca bu bilinmezlik bana öğrenme imkanımın olup da boşverdiğim ne kadar çok şey olduğunu hatırlattı. son zamanlarda hayatımı boşvermişlik üzerine kurmuştum ve tembellik ruhunuzu kanserin bedeninizi sardığı gibi sarar. hiçbir şey yapmamak dünyanın en bağımlılık yapıcı eylemi olabilir.

yazmaktan bıkmıştım, çünkü yazarken kendimi okumaktan sıkılıyordum. hiç de enteresan bir üslubum yoktu ve onu geliştirememiş, her seferinde en son okuduğum kitabın yazarınınkinin kötü bir taklidi olmasına dur diyememiştim. sıkça geliştiği sanrısına kapılmama rağmen o hiçbir yere evrilmemiş, zaman zaman tıpkı su gibi çeşitli şekiller almış, ve sonunda tekrar başladığı biçime; sıradan bir su birikintisine, yağmur sularının yolun üzerinde açtığı çamurlu bir çukura geri dönmüştü.

safi tembellikte sınır tanımayan bir insan olsam da, kendimi geliştirme hususunda takıntılarım var ve bu ikisinin birbirini dengelediği konusunda görüşler besliyorum. peki bu "denge" hali beni normal kılıyor mu? tabi ki hayır, olabildiğine tutarsızım, kendim hakkında uzun vadeli planlarım günden güne değişkenlik gösteriyor ve asla birbirini tutmuyor. aslında hayatında hiçbir zaman için plan yapmayı becerememiş birisi olarak, bunları "uzun vadeli konulardaki gaza gelişlerim" olarak tanımlamam daha doğru olabilir.

bugünlük bu kadar. hatta bu aylık. muhtemelen bu yıllık. uzunca bir süre kendime kendimi anlatmak istemiyorum. çünkü gerçekten gına geldi.

(bu yazıyı 17.07.2010'da bir nevi günlük işlevi gören kendi blog'uma yazmıştım, bugün değil)

25 Ağustos 2010 Çarşamba

insan zihninin hataları II

"klavyenin tuşlarına basmanın dışında herhangi bir fiziksel aktivite gerektirmeyen bir işten bahsediyoruz, ne kadar zor olabilir ki?" demeyin. yazı yazmak zor zanaat efem. hele bu sıcak havada, mevsimin yaz olduğuna aldanmayın; daha da zor. hele bir de aylardan temmuz ise bambaşka benim gibi yalnızca sıcak havalarda ortaya çıkan esrarengiz bir şeye karşı allerjiniz varsa çok daha zor.

oh be, bu kadar dramatizasyon yeter. yaptığı işin kolay olduğunun farkına vardığında rehavete kapılanlardan biriyimdir de ben. şimdi başlayabiliriz.

aslında bu yazının konusunu belirlemiş değilim. kendimi yazının akışına bırakmak ve onunla birlikte sürüklenmek de istemiyorum, çünkü bunu yaparsam okunabilirliği azımsanmayacak ölçüde düşecektir.

son paragrafı umursamayın. yazılı düşündüm. iyisi mi ben şu "insan zihninin hataları" konusuna kaldığım yerden devam edeyim.

5. sürü psikolojisi (herd mentality) [w/$]

bunu hepimiz biliyoruz. rastladığım en komik örneği topluca intihar eden koyunlar idi sanırım. basitçe; insanların bir eylem, fikir ya da olguyu, yalnızca toplum tarafından benimsendiği için sahiplenmesi, şeklinde özetlenebilir. belki de özetlenemez. siz ne derseniz o geçerli benim için. ben de herkes gibi biriyim sonuçta.

4. tepkisellik (reactance) [w/$]

başkalarının "yap!" dediğini yapmama veyahut tersini yapma eğilimimiz. insanların bu bug'ını fark edip ondan yararlanmak isteyenler "ters psikoloji" dediğimiz şeyi kullanmış olurlar.

efendim, bu da ilk bakışta sürü psikolojisinin karşıtı bir olgu gibi görünse de aslında alakası yok. onda toplum bizi bir noktaya sürüklerken, bunda bir insanın o noktadan kaçınmamızı salık vermesi sonucunda benliğimizde ortaya çıkan inatlaşma duygusu hakim. örnek olarak sırf anne-babası bilmemnesporu destekliyor diye onun rakibine sempati duymaya başlayan beş yaşındaki bir yavrucak verilebilir. şahsi gözlemlerime dayanarak, böyle çocukların gelecekte pek bir inatçı olduklarını söyleyebilirim.

sürü psikolojisiyle ters psikolojiyi birleştiren bir örnek tasarladım zihnimde. hepimiz ailemizin "ders çalış!" baskılarına karşı ters tepki vererek tembel arkadaşlarımızdan oluşan sürüye katılmışızdır, diye tahmin ediyorum. gördüğünüz gibi, bu iki davranış türünün yollarının kesiştiği ve aynı amaca hizmet ettikleri zamanlar da var olabiliyor.

3. hiperbolik iskontolama (hyperbolic discounting) [w]

afedersiniz çok sikko bir şey olduğundan mütevvelit, kimse türkçeye çevirme gereği bile duymamış. bu başlık da benim girişimim, aklı olan insan bunu böyle çevirmez zaten.

neymiş efendim, bize iki ödülden birini seçmemiz önerilse ve bunlardan ikincisi çok daha iyi, işimize yarayacak (...) bir şey olsa, ancak ona yalnızca belirli bir periyodun ardından sahip olabilsek; birinciyi seçme olasılığımız çoğunlukla daha fazlaymış. bu şekilde düşünümenin hatalı bir yanı olduğuna inanmıyorum şahsen. seçenekler değerlendirilirken kendilerinin her yönü göz önüne alınır. "şimdi beş lira mı, yoksa bir yıl sonra yüz lira mı?" diye sorsalar şahsen bir yıl sonra yüz lirayı seçerim, ancak o beş liraya hemen şu anda ihtiyacı olan insanlar da var. ya, yaa...

neyse işte, adamlar bunun için bir formül geliştirmiş ve iskonto-gecikme grafiği üzerinde hiperbolik bir eğri elde etmişler. oradan geliyor ismi (adamlar yapmış).

2. sıçıp sıvamak (escalation of commitment) [w/$]

bundan iyi çeviremezdim sanırım ama

verdiğimiz ya da aldığımız (aldım, verdim, ben seni yendim) bir kararın yanlış olduğunu kendimize itiraf etmemiz pek bir zor. daha dibe dalmaya meraklıyız genellikle, "battı balık yan gider" diyerek. gelin görün ki, hiçbirimiz balık değiliz ve dibe dalma merakımız boğulmamızla neticelenebiliyor. mesela ben şimdi bu son cümlemle saçma bir metafora giriştim ve bu yüzden daha fazla uzatmadan bu paragrafı noktalıyorum.

bu yüzden, zararın neresinden dönsek kârdır.

1. plasebo etkisi (placebo effect) [w/$]

vücut üzerinde herhangi bir etkisi bulunmayan bir maddenin (plasebo); vücuda spesifik bir etkisi olduğuna inanılarak alındığında, bu etkiyi gerçekten de yaratması durumu.

üzerinde paragraflarca yazı yazabileceğim bir konu bu aslında. okuduğum bölüm ve edineceğim meslekle bizzat alakalı olduğu için mi? yoo, yalnızca ilgimi çektiği ve ilaçlarla tedavinin psikolojik bir yönü de olduğunu ortaya koyduğu için. kısacası olay yalnızca farmakodinamik* değil.

ilaç firmaları ürünlerini tanıtırken şu ve şuna benzer ifadeler kullanırlar: "plaseboya göre %x etkili olduğu, klinik araştırmalarda ortaya kondu."

homeopati denilen ve pek çokları tarafından yenilen nanenin piyasada esaslı bir voliyi vurma yöntemi olarak varlığını sürdürmesi de plasebo etkisi sayesinde yine.

* farmakodinamik: ilacın vücutta yaptığı değişiklikleri inceler. bir kardeşi var. adı farmakokinetik. o da vücudumuzun ilaçlara yaptıklarıyla ilgileniyor. onlar olmasa ne yapardık? tanrı onları korusun.

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Vertigo


“düşünemeyen değil, düşünülemeyen olmak istiyorum” dedim. düşünme kabiliyetimi de kendimi düşünmek için kullanmayacaktım yoksa bu beni düşünülemezlikten çıkarırdı. ancak bu şekilde varlığım yok olabilirdi ya da maddesel varlığımın –en azından kendim tarafından- yok sayılabilmesi mümkün olabilirdi. istediğim şey o kadar da imkansız mıydı? bilemedim.

ben; bugün, olmamak istedim sadece. bugünü silmek değildi amacım, bugün varlığını sürdürürse sürdürsün; umurumda değildi. bugünle bir alıp veremediğim de yoktu açıkçası, kendimle de pek sorunum yoktu; güya. biraz şanssızlıktı belki bu isteği doğuran; ama bugünün içinde herhangi bir şanssızlık belirtisinin varlığından da söz edemezdim ki.

bugünden geri olan günlere bakmak istedim: onlar da günün bugün hâlinde oldukları zaman sorun yaratabiliyorlardı. geriye düşen bir hâl aldıklarında seviliyorlardı, en azından bugüne kadar sevilmişlerdi. gelmeyi bekleyen günler de aynı hâle düştüklerinde sevilecek gibiydiler: tutunmayı sağlayan da buydu.

belki de bu bir çeşit vertigoydu: dikeyde değil de, yatayda ve zamana karşı olan. ya da ya da yanlış bir yaklaşımım vardı, hem de büyükçeydi bu yanlış: zaman, -belki de sadece benim için- yatayda değil de dikeyde ilerleyen bir şeydi, algılayabildiğimden tanımlayabildiğim buydu. acaba ben toptan yanlıştım da, vertigonun doğrultusu mu yoktu?

27 Temmuz 2010 Salı