28 Haziran 2024 Cuma

zigondan sonrasız karanlıklara

"sevi ölmeden, sevi olmaz" demişti mobilyacı adam, zigon sehpalarımızı değiştirmek istediğimizi, ancak onlarla vedalaşmaya hazır hissetmediğimizi öğrenince. o gün girdiğim son mobilya dükkanıydı, fakat oradan da yalnızca bu cümleyi almıştım. hayatımın, sözcüklerin ruhuma pek tesir etmediği günlerinden geçiyordum ve daha beterleri de kapıma dayanmıştı. nereden bilecektim? aslında tüm belirtiler ayan beyan ortadaydı. zihnimdeki tüm kapılar üzerime kilitleniyordu ve bir çilingir bulmak yerine hepsine siktiri çekip kendilerine bir daha asla geri dönmeyeceğimi haykırmıştım.

beş yıl önce başladığım bu yazıyı bir hışımla piç etme niyetindeyim. okunacağına dair en ufak bir umut besleseydim tamamlardım. şimdiyse okunmayacağından emin olduğum için yazıyorum.

karanlıktan beslenebilmek için öncelikle onu kucaklayabilme cesaretini göstermemiz gerekiyor. aslında bunu hâlâ yapabilmiş değilim. şuraya bak; üzerinden kaç sene geçmiş. yaşamlarım arasında köprü kurmam gereken süreyi boğulmaya yüz tutarak geçirdim ve nihayetinde kıyıya vurdum. bulutunu arayan bir su damlası tarafından kurtarıldım. gençliğimi fazlasıyla tükettim. otuz beş yaşındayım ve arkamda gurur duyulacak bir tablo göremiyorum BU GERÇEĞE ALIŞAMIYORUM, DOSTUM. ANLIYOR MUSUN, BABALIK?

murdar ya da murder ya da piç edeceğimi söylemiştim.

yine bir nöbetteyim ve her nöbette olduğu gibi birisinin kapıdan içeri girip iki-üç mermiyle işimi bitirebileceği gerçeğiyle sarmaş dolaş, çapraşık bir ilişki içerisinde; varoluşçuların ikinci dünya savaşı sonrasında duydukları kederli büyülenişe benzer bir tasayla dolup taşıyorum. neyin aydınlanışı peki bu? korku desem korku değil -hayır, bu belki de fena olmazdı- ama olumlu bir ruh hâli de değil sanki?

adapte olamamak en fiyakasızından bir başkaldırış. ışığımızı çaldılar. biz çocuklarımıza neyi miras bırakacağız; köhneleşmiş ve irin saçan, geçersizliği su götürmeyen yaşam görüşümüzü mü? insanları ilgi çekici bulmayı bıraktığımdan beri lambada alev malev titremiyor. üşümüyor da.

bence hepiniz, hepinizden fazlası değilsiniz. totolojikse totolojik. içerisinde bir anlam vardı ama kayboldu.

kaybettim.

14 Haziran 2014 Cumartesi

hey, bay kara tef adamı

What's worse - being there or not being there? If you're there you can share yourself with everyone else; if you're not there no one can misinterpret you. Well I don't want to talk to anyone, I don't want to force connections, I'm sick of saying "have a good one" to every customer coming through my lane, I don't like how I'm suddenly self-conscious about everything I do and say and project after a couple years of living free and easy (mentally), I'm sick of explaining things, I'm sick of having to explain things, I'm sick of that weird distance that manifests itself when somebody expects an explanation that I can't give to them.

I'm not even that blue, at least not as much as it sounds like, I'm just done, indifferent, I want to separate myself from everything at this point, I'm sick of all my little projects and things and texts on a daily basis and being this guy that you and your friends know, cause you don't know, how could you know when I don't even know? Those days when you wake up and you never quite get comfortable no matter how much you stretch - that's where my mind is at. Long fingernails you forgot to trim and now you're stuck at work for seven hours and with every little action you perform those uncomfortable fingertips flare in your head like regrets.

And this isn't even the first time, but after so many times falling down and getting up again I wonder if I'm even making any progress. "Oh, that's just part of life, you know," yes, I know, but is that the only part? Am I capable of learning from my mistakes, or am I only learning to make more mistakes and to do more damage in ways I wasn't capable of before? My daydreams are variations of the same woman, the same romance, and for all I know she doesn't even exist. Am I endearing or pathetic? Am I a good dancer or does my body just move around when I hear things? Even the music gets worse. That's been one of the only constants and I don't know. Adding to the album collection, one more LP, one more song, one more band, one more genre, who cares at this point. I doubt music is going to change my life anymore than it already has. 

But this sound, these 40 minutes, if nothing else, its a safe place, but just for the time being.

I'm going back to bed.

(alıntı / alındı) 

13 Aralık 2013 Cuma

eşiğe altı kala

kelimelerle barışmak? son bir-iki yılda çok az okuyup daha da az yazdım. sözcüklerin büyülü dünyasından kovulmuştum. "yazın" kendisini şifreli karakterlerin ardında gizlemiş, içimdeki seslerse algoritmayı bir daha asla kestiremeyeceğime beni inandırmıştı. sözcükleri yitirince doğal olarak iç dünyamı, beni "ben" yapanı, özümü, karakterimi, alamet-i farikamı, haliyle bir ölçüde pusulamı da yitirir olmuştum. hayatın bana dayattıklarına, beni içine sokmaya çalıştığı kalıba sessizce değil belki ama yavaş yavaş "eyvallah!" demiş, bir süre sonra direnme gücümü bile yitirmiş, tezgâhın arkasındaki herhangi bir kişi'ye evrilmeye razı gelmiştim. boynum bükük (ve bükük), gururum çoktan kırık ve onulmaz gibi dururken, hayatta yapabileceği en iyi şeyin bir sonraki günün gelmesini beklemek olduğuna inanmış insan motifine bürünmüştüm.

bu şimdiki zamandan sürekli kaçma ve gelecekte her şeyin güzel olacağına, sorunların çözüleceğine, dünya barışının geleceği, açlık ve kıtlığın biteceği, galaksilerin bir araya gelip "bütün evren buna inansa..." şeklinde şarkı söyleyeceği zırvasına inanma sendromu da bir kişinin başına gelebilecek en elim belalardan birisidir herhalde. bu sayede takvimdeki günlerin başındaki (ve ortasındaki, ve sonundaki) sayıların birkaç sembolden fazlasını ifade etmediğine kendimizi inandırır, varsa şayet tanrı veyahut bir başka üstün gücün kıçının kenarıyla güleceği "ölümsüz" olduğumuza dair sanrıya tehlike arz edecek boyutlarda kapılır, onu sıkıca sarıp sarmalayıp yüreğimizin üstüne bastırırken elimizden kayıp gidenler karşısında kayıtsız kalırız. çözümlememiz gerekenleri bir sonraki güne ertelerken dünyanın sürekli değiştiği ve yol aldığı, bizimse onun arkasından bakarak takvim yapraklarını yolmakla yetindiğimiz gerçeği karşısında üç maymunu oynarız. başka bir yolumuzun olduğuna kendimizi inandıramıyorsak bu başka bir yol bulamıyor oluşumuzdandır.

(...)

moroff, eskiz defteri, 13.06.2013 //

27 Temmuz 2013 Cumartesi

kırkayağın dilemması

...yahut kıyas-ı mukassim-i mahlukat-ı böcük.

örümcek, kendisini yakalayıp yeme hazırlığı içerisindeki kırkayağa nasıl hareket ettiğini, yürürken hangi ayağını ilk olarak öne attığını sorar. daha önce bu konu üzerine hiç kafa yormamış olan kırkayak şaşırıverir ve işin içinden çıkamaz. derken örümcek kaçmaya başlar ve kırkayağın yanından uzaklaşır. kırkayak peşinden gitmek ister, ancak bir türlü kıpırdayamaz.

literatüre "kırkayağın ikilemi," "kırkayak sendromu" veya "kırkayak etkisi" şeklinde geçen bu duruma isim babalığı eden kırkayağın hikayesi, ilk olarak katherine craster imzalı bir şiirde karşımıza çıkmakta:

a centipede was happy – quite!
until a toad in fun
said, "pray, which leg moves after which?"
this raised her doubts to such a pitch,
she fell exhausted in the ditch
not knowing how to run.

konuyla alakalı bir başka dörtlükteyse şöyle buyurulur:

a spider met a centipede while hurrying down the street,
"how do you move at such a speed, with all so many feet?"
"I do not have to contemplate to keep them all in line,
but if I start to concentrate they're tangled all the time!"

gördüğünüz gibi tüm bu şiir ve hikayelerin kıssadan hissesi, günlük hayatta neredeyse reflekssel düzeyde gerçekleştirdiğimiz eylemlerin, bilincin sonsuz hiçliğinde varlık bulmasını takiben doğallığını, basitliğini ve sıradanlığını yitiriyor olmasıdır.

8 Nisan 2013 Pazartesi

yirmi yaşındaki bebek

başlığın karşı cinsten aslen normal olgunluktaki bir insanı kaba bir tabirle betimleme çabası içerisindeki bir erkeğin ağzından döküldüğünü de düşünebilirsiniz, ama bu ihtimal şimdilik beyninizin ücra bir köşesinde kalsın ve kemerlerinizi sıkıca bağlayın, çünkü konumuza geçiyoruz. "yirmi yaşındaki bebek," brooke greenberg'den başkası değil. şimdi "brooke greenberg de kim be adam?" diye sorduğunuzu duyar gibiyim. brooke greenberg, aşağıdaki resimde de görebileceğiniz bebeğimiz, yani esas oğlanımız kızımız bebeğimiz.


bundan tam 20 yıl 3 ay önce maryland'da doğan greenberg, hayli sıkıntılı bir bebeklik geçirmiş ve hâlen de geçirmekte. kendisi gibi zekâ geriliğinden muzdarip değilseniz sizin de bu noktada artık çoktan anlamanız gerektiği üzere, greenberg bir türlü büyüyemiyor (ve de yürüyemiyor). annesinin karnında ancak sekiz ay sabredebilmiş. doğduğunda kalçası çıkıkmış. mide ülserleri, havaleler, hastane acil servislerinde geçen sayısız geceler derken büyüme bozuklukları baş göstermiş. dört-beş yaşlarında gelişimi külliyen durmuş. yüksek miktarda büyüme hormonu içeren ve istisnasız her biri haybeye geçen onca tedavi girişiminin ardından tabipler kendisinde genetik bir çapariz mevcudiyetinden işkillenmiş ve bu konuda çalışmalara koyulmuşlar. fakat gelin görün ki, yaptıkları hiçbir türlü tetkik böyle bir hasarın varlığına delalet etmemiş.

yukarıda da bahsettiğim üzere, küçük (?) brooke tüm bunlar yetmezmiş gibi geri zekâlı ve zekâ yaşının 1'in altında olduğu tahmin ediliyor.

brooke'un sorununun ne olduğu hâlen esrarını koruyor. ecnebiler ilk defa kendisinde gözlenen bu duruma, bilinmeyen yönünü vurgulamak için syndrome x demeyi uygun görmüş. ebeveynleri ise brooke'un ne hasta olduğunu, ne de tedaviye ihtiyaç duyduğunu düşünüyor ve dahası, bu delüzyonlarını dile getirmekten de hiçbir fırsatta kaçınmıyor.

birisi kapıyı çalsa... kapıyı çalsa ve dese ki... bana dese ki, 'işte senin kızının ilacı bu. bu ilaç kızını düzeltecek. %100 çalışıyor!..' kaşlarımı çatar ve hönkürürüm: 'bayım, benim kızımın bir sıkıntısı yok!' benim kızım düzgün! brooke but not broken! -- howard greenberg, brooke'un babası.
ne yazık ki, babanın hayalini kurduğu bu gibi hikâyelerin gerçeklik bulma şansı şimdilik sıfırın üstünde gözükmüyor. brooke'un "düzeleceği" gün asla gelmeyecek olsa da, biliminsanları kendisinin üzerinde yapacakları çalışmaların "nasıl yaşlanıyoruz?" bilmecesinin cevabına biraz olsun ışık tutabileceği görüşünde birleşiyor. brooke ise tüm bunlardan habersiz bir şekilde, emeklemeye, nefes almaya ve bu gibi şeyler yapmaya devam ediyor. moroff baltimore, maryland'dan bildirdi. esenlikle kalın.

9 Ocak 2013 Çarşamba

vladimir franz



çek cumhuriyeti'nde başkanlık seçimleri 11-12 ocak 2013 tarihlerinde gerçekleşecek. sözkonusu seçimde tam tamına dokuz adet aday, müstakbel sabık başkan vaclav klaus'a haleflik etmek, ondan boşalacak olan koltuğa kurulmak, bacak bacak üstüne atmak ve ülkeyi kucağında hoplatmak için ter dökecek.


adaylar içinde ilk bakışta en fazla güven veren isim (ve işbu yazıyı yazma sebebim) kesinlikle nightcrawler vladimir franz. franz, aslen süperkahramanlık opera besteciliği ve ressamlık yapıyor. "kendi vücudum" adlı çalışmasında gördüğü kâbusları tuvale derisine yansıtmış. en önemli özelliği, bu toprakların çocuğu olması. franz içimizden biri. "halka hizmet, hakk'a hizmettir" lafını düstur edinmiş, sözüne sadık bir bohemya çocuğu. ve kim ne derse desin, nihayetinde o göründüğü gibi bir insan. içinin güzelliği dışına yansımış. zamanında kuran yakmış da olabilir, tam emin değilim. ayrıca seçilirse avrupa'nın ilk zombi siyahi ülke başkanı olarak tarihe geçecek. muhatap olacağı devlet başkanlarını da altına sıçtırma yöntemiyle manipüle edebileceğini tahmin ediyorum.

çek kardeşlerimiz için hayırlı bir seçim olması dileklerimle. unutmasınlar ki kim kazanırsa kazansın, kaybeden kendileri olacak.

7 Ocak 2013 Pazartesi

firavun'un yılanı

yılanlar derilerini değiştirmelerinden dolayı antik mısır'da ölümsüzlük konseptiyle özdeşleştirilirdi ve başta kendi kuyruğunu yutan yılan figürü olmak üzere, genel anlamda "yılan," doğanın sürekli yenilenen yapısını ve evrenin bütünlüğünü sembolize etmekteydi. antik mısır'ın yılanlarla olan bir başka münasebetiyse, günümüzde popülaritesini yavaş yavaş yitirmeye başlayan yılan oynatıcılığının bu topraklar üzerinde başlamasıdır. yılan oynatıcılığı demişken, antik mısır'ın en popüler ve basit büyüleri arasında bastonu yılana çevirmek yer almaktadır ve bu hususta musa'nın dönemin firavununun büyücüleriyle sidik yarıştırdığı kayıtlara geçmiştir.

cıva (II) tiyosiyanat (Hg(SCN)2), ilk defa modern kimyanın öncülerinden birisi olarak gösterilen jöns jacob berzelius tarafından 1821 yılında sentezlendi. bu beyaz toz organik kimyada pek bir öneme haiz olmasa da, ateşe maruz bırakıldığında gösterdiği tepkime, bu dünyaya ait olmadığı hissiyatı uyandıran görüntüler ortaya çıkarıyor; bu yüzden de kendisine "firavun'un yılanı" adı bahşedilmiş:



yukarıdakı videoda gördükleriniz sebebiyle vaktizamanında epey bir rağbet gören cıva (II) tiyosiyanat yakımı, 1800'lü yıllarda özellikle almanya'da oldukça tutulmuş ve "pharaoschlagen" ismiyle piyasada kendisine yer bulmuşken, tepkime sonucunda ortaya çıkan maddeyi küçük çocukların ezkaza yiyip ölmesi sonucu yasaklanmış. günümüzdeyse hâlen yasak, fakat bunun nedeni yakıldığında açığa çıkan gazların zehirli olması.

buyrunuz, bir de gif:


not: antik mısır ve yılanlar demişken, şu mısırlılar Atretochoana eiselti türü yılanlarla birlikte yaşamış olsalar bu canlılara ne gibi anlamlar yüklemeyi seçerlerdi acaba?

30 Ekim 2012 Salı

gg allin manifestosu

"gerçek rock 'n' roll'un underground'lığına inanıyorsanız, kendisi için bir şeyler yapmanızın zamanı geldi. vakit konjonktürü alaşağı etme & müzik şirketlerine, radyo istasyonlarına, yayınlara, kulüplere ve günümüz sözümona "sahne"sine katkıda bulunan herkese karşı savaş açma vaktidir. her şeyi yıkmalı ve onu kurumsal şarlatanların ve konformistlerin elinden kurtarmalıyız. fakat eyleme şimdi geçilmeli ve kan dökülmeli.

öncelikle size kim olduğumu anlatayım. ben jesus christ allin ismiyle 1956'da lancaster, new hampshire'da dünyaya geldim. incilde öğrettikleri jesus christ şarlatan taklitçinin teki- kötürümlerin destek aldığı bir koltuk değneği. siktir edin o ibneyi! asıl herif benim. ana rahminde kendimi cehennem ateşlerinden yarattım. isa, tanrı ve şeytan arasında bir fark yok, çünkü hiçbiri de benden başkası değil. rock 'n' roll'u geri almak ve elde ettiğim güçler sayesinde gerçek "kral"ın kendim olduğunu ispatlamak için buradayım.

1956'da doğduğumda, rock 'n' roll henüz start alıyordu. neden sanıyorsunuz? çünkü onu ben yarattım. elvis'i ben yarattım. hepsini ben gerçekleştirdim. doğmadan evvel bile krokisini çiziyordum. fakat yıllar geçtikçe herkes koyuverdi. bu yüzden onu geri almaya hazırım. kimse ona sahip çıkmadı. kimsenin sabrı başladığı şeyi bitirmeye yetmedi. hepsi beni yüzüstü bıraktı ya da bir nedenle ben kendilerinin canını aldım. oyunlarını bozan bendim. fakat para ve tecimsel kaygılar hepsinin davayı satmasına neden oldu. iggy bile yüzümü kara çıkardı. sex pistols yüzümü kara çıkardı. sid aşık olduğunda yüzümü kara çıkardı (bu yüzden hepsi ölü). ve şimdilerde ramones çıkıp guns n' roses gibi grupları övüyor- var oluş amaçlarına ihanet ediyorlar.

fakat yıl 1991. son kanlı çatışmanın onyılındayız. rock 'n' roll'u kitlelerin elinden almalı ve konfor yahut uyumculuğa asla razı gelmeyecek kişilere geri vermeliyiz. akabinde sahnede intihar edeceğim ve rock 'n' roll'un kanı sonsuza dek evrenin zehri haline gelecek. etrafınıza bir bakın ve neler olduğunu görün. omurgasız kayıt şirketleri para, medya ve politikacıların oyuncağına dönmüş, anaakımın kıçını yalıyor. sözümona keskin radyo istasyonları karşı çıktıkları istasyonlar kadar bayık. sansürlü yayınlar takım elbiselilerin kıçını yalıyor, bürokratlarsa başkalarının kıçını. sözümona "yeraltı" yayıncılarının bile ellerini kana bulamaktan ödleri kopuyor. dünyayı nasıl daha harika bir yer haline getirebileceğimizi çığırmakla ve örtmecelere kafa yormakla meşguller. dile kolay.

savaşma vakti. öç alma vakti. rock 'n' roll'un şu halini bertaraf etmeliyiz. ürünlerini almayarak müzik şirketlerini yıkmalıyız. boykot. eğer bir kayda sahip olmanız gerekiyorsa, çalın onu. böylece sizin paranızı alamazlar. onları beslemekten vazgeçmeliyiz. desteğiniz bana gitmeli- gg allin'e; rock 'n' roll'un komuta lideri ve teröristine. neden şu anda hapishanede olduğumu sanıyorsunuz? çünkü benim kim olduğumu biliyorlar ve varlığımdan ürküyorlar. toplumumuz benim görevimi durdurmak istiyor. beyninizi yıkamak ve sizleri mtv'nin başına kilitlemek, onun durgun ve güvenli dünyasına hapsetmek istiyorlar. rock 'n' roll'u öldürmek için kurulmuş bir plan. ben kurtarıcınızım. bu yüzden toplum için bir tehdit olarak görülüyorum.

işte yapmanız gereken:

plakçınıza gidin ve ellerindeki tüm gg allin kayıtlarını isteyin. eğer stoklarında yoksa, sipariş etmelerini söyleyin. reddederlerse, yapmanız gerekeni yapın. radyo istasyonlarını arayın ve gg allin şarkılarını isteyin. bulduğunuz her yere sprey boyalarla "GG ALLIN" yazın. hastalığın yayıldığından ve scumfuc geleneğinin sürdüğünden haberdar olmalarını sağlayın. dolar banknotlarınıza "GG ALLIN" yazın. elinizdeki tüm banknotlara. insanlar parayı çöpe atmaz, böylece mesajı bedavaya ulaştırmış oluruz. hayatınızın her gününde bunu yapmalısınız. rock 'n' roll underground'u için yaşamalıyız. yeniden karanlık ve tehlikeli bir hâl alabilir. toplumumuz için -en başından beri olması gerektiği gibi- bir tehdit unsuru olabilir. KESİNLİKLE UZLAŞMAZ OLMALI. ve benim önderliğimde, bunlar gerçekleşecek. dostlarım, sizleri gerçek rock 'n' roll underground'ına sokmaya hazırım. haydi, başlayalım."

gg allen manifestosu, gg allen, 1991

gg allin 1956'da amerika'da doğdu. zor bir çocukluk, başarısız bir okul hayatı ve kaotik bir gençlik geçirdikten sonra dönemin punk kültüründen etkilenerek piyasaya atıldı. müziğinden çok, sahnede yaptıklarıyla ön plana çıktı. bunların arasında şarkı söylerken sıçmak, dışkısını seyircilere fırlatmak, seyircilerle kavga etmek, mikrofonu götüne sokmak gibi davranışlar yer alıyordu. eroin ve alkol bağımlısıydı. kendisini "son gerçek rock 'n' roller" olarak gören allin, rock 'n' roll'un toplum için bir tehlike unsuru oluşturması ve başkaldırı niteliği taşıması gerektiğine inanmaktaydı. ömrü boyunca elliden fazla defa tutuklandı. antisosyal kişilik bozukluğu ve borderline kişilik bozukluğundan muzdaripti. defalarca sahnede intihar edeceğini geveleyip durmuş olsa da, 1993 yılının bir gecesi, konser sonrasında yanlışlıkla speedball (eroin + kokain) overdose edince geberip gitti.

11 Ekim 2012 Perşembe

kibrit


"gecenin bi yarısı, saat başına bir arabanın geçmesinin olağandışı sayıldığı bir sokakta, iki arabanın arka arkaya geçmesini beklemek gibi olacağından bahsetmemiştin" derken, suratına bakılırsa ciddi olduğunu düşünebilirdiniz. ama ben, ciddi olduğunu söyleyemezdim; olayların bu noktaya geleceğini kestiremeyecek kadar düşünme kabiliyetinden yoksun olamazdı, tanıdığım kadarıyla olmamalıydı, şarkıda da dediği gibi: beyaz tavşanı takip ediyorsanız, düşmeyi de göze alacaktınız.

tartışmak gereksizdi, burada dil dökmelerimiz bir işe yaramayacaktı. karşımda oturup sussaydı da iletişim kurabilirdik; yani, eskiden öyleydi,  ve yetenekler kolay kolay kaybolmaz diye bilirdim. belki de aslında yapmak istediğimiz bir uzlaşıya varmak değildi şu konuşmada; sanırım arzumuz her şeyi tamamıyla yakmaktı ve bunun farkında mıydık, kendi adıma bilmiyordum.

"birisinin benzini dökmesi birisinin de kibriti çakması gerekiyordu ve görev paylaşımı konusunda sıkıntı yaşıyor gibiydik" diye düşünürken, aslında söyledikleriyle, şu suratıma bakmayan uzaklara dalmış gitmiş taklidi yapan bakışlarıyla, benzini çoktan dökerekten zaten çıkacak olan yangının tohumlarını ıslatmış olduğunu farkettim. salağa yatmakla meşguldüm; haksızlık vardı burada: kibriti çakmak sanki omuzlara daha çok sorumluluk bindiren bir işti. ama bi yandan da bana kalan görevin zorluk derecesi pek yüksek değildi: öyle drama yeteneğimi filan konuşturmama, afili cümleler kurmama  gerek yoktu, ben olmam ve ben olmamın getirdiği bir hareket gayet yeterli olacaktı, zaten başkası gibi davranmak pek bana göre bi iş değildi.

"haklısın" dedim, sadece "haklısın". ve bana kalırsa onun penceresinden bakıldığında haklıydı ama şöyle bir sorun vardı: elimizdeki veriler onun penceresinden görülenlerle kısıtlı değildi; ve o, o kısıtlı alandan baktığı sürece geri kalanı göremeyecekti. görmesini sağlamaya çalışabilirdim; ama bu, şu anki sondan daha farklı bir son sunmaktan ziyade, sadece benim de haklı olduğum yönler olduğunu gösterecekti ve ben bu işle uğraşacak zerre istek barındırmıyordum, hem zaten iyi adam olarak bilinmekten sıkılmıştım, biraz da kötü olarak bilineyim n'olacaktı, taşıyamayacağım bir sorumluluk gibi gelmiyordu hiç şu an.

diyeceği bir şey olmadığını, her şeyin bittiğini bilmeme rağmen, paltomu üzerime geçirirken nezaketen de olsa, suratımda umursamaya çalışıyomuş izlenimi yaratan bi ifadeyle -ki gerçekten umursayan bi ifade takınmak isterdim, ama şu an kaybetmeyi kabullenmeyle gelen boşvermişlik aşamasındaydım, baya baya üzgündüm ama umursayamıyordum işte- "diyeceğin bir şey var mı" gibilerinden önünde durdum. ağır ağır giyinmiştim ve bu süre içinde tahmin ettiğim gibi ağzını açmayı bırak; baktığı yönde, bakışlarında en ufak bir değişme olmadı bile. ben de üzerime düşen son görevi yaptım: "hoşçakal" diyip, arkamı döndüm ve kapıya kadar belki bir ihtimal bir şey der diye yavaş adımlarla gittim. ses gelmedi tabii ki, kapıda bekleme yapmadan çıktım, zaten yeterince yavaş davranmıştım.

kapıdan çıktıktan sonra ufukta kaybolacak olan ben iken, kaybolan tek şey boşvermişliğim olmuştu,  "çıkarken düşürdüm sanırım" diyip, geri dönmeye niyetlediysem de bu kadar saçmalamama izin veremezdim. oturmamın en az garipseneceği  en yakın yere çöküp, kulaklığı kulağıma geçirip, bi sigara yaktım, şarkının sözlerine mırıldanarak eşlik ettim:

Showed her and I told her how
She struck me but I'm fucked up now

8 Ekim 2012 Pazartesi

son beyazı


"şu hâlinle hayatta kalman mucize" dedi. dalgındım.

hayatımın şu gününe kadar aradığım mucizenin hayatımın kendisi olduğunu bildirmişti sanırım demin. dalgınlığımı savuşturmaya çalışıyorken, neyi kastettiğini derinlemesine düşünmeye başlamıştım. "galiba yarım metre dibimde kaliteli xenon farların uzunlar açık vazitette görüş alanımın içinde, gözüme 90 derece hizada olması" durumunu en azından bir kez yaşamış olmam durumundan bahsediyordu, hani şu kıyısından geri dönenlerin gördüğü ortak görüntü, hep bahsettiği kutsal beyazlık.

gözüne far tutulmuş tavşan* saçmalaması sıklıkla başıma gelen bir olaydı; fakat o kutsal beyazlıkla pek de alâkalı değildi sanırım bu. ama, tahminimce benzer şeyler olmalıydılar: o kadar yol almışken ölümden dönmek de saçma değil miydi ki yani şimdi?

anlattıklarını dinlemiyordum ve bana bakmadan konuştuğundan anlattıklarını dinlemediğimin farkında değildi. yine ilkokulda yeteri kadar yeşilay haftası kutlamamış bir doktor ile karşı karşıyaydım alt tarafı, nesini dinleyeydim. hava kirliliği, yediğimiz içtiğimizin içindeki bi ton katkı maddesi, modern hayatın bize yaşattığı şu stres, yediğimiz radyasyon s*kinde değildi de taka taka iki ciğere düşman olanlara takıktı sadece. insan dediğin yalnızca ciğerlerden mi ibaretti; bunun midesi vardı, kolu vardı, bacağı vardı, beyni hatta kalbi bile vardı be.

ve şu an; anlattığı konunun içeriği bakımından beynimi bulandırmak suretiyle ona zarar verirken, eş zamanlı olarak anlatırken kullandığı üslup ile de kalbime zarar vermekteydi. tüm bunları farkında olmadan yapmaktaydı, fark etseydi yapmazdı heralde, ne bileyim o kadar yıldır birbirimizi tanıyorduk ve birbirimizi bi bu kadar daha tanımak için vaktimiz olduğunu sanmıyordum. hatta aradan geçecek olan zaman bizi birbirimize yabancılaştırabilirdi bile belki.

"öyle olur muydu lan acaba" diye bi düşündüm, aklım şimdi de buna takılmıştı. sonra bi noktada böyle bir şey için en azından ikimizden birinin  "tanıdığına pişman olunan insanlar"dan olması gerektiğine kanaat getirdim, içimden "ikimiz de onlardan değiliz ki b'olum" diyip de rahatladım, bu saatten sonra da olmazdık sanırım.

sahi beni tanıdığına pişman olan bi insan tanımış mıydım ben acaba? hiç hatırlamıyordum. belki de vardı böyle insanlar da söylemeden çoktan çıkmışlardı zaten yaşam alanımdan. insan giderken bi söylerdi yahu, bilgilendirirdi böyle böyle diye, benim de kendimi tanımama yardımcı olmuş olurlardı, insanın kendisini hiçbir zaman tam olarak tanıyamayacak olması, kendisiyle tanışamayacak olması çok acı bir şeydi neticede.

ben daldan dala atlayan maymun misali düşünceden düşünceye geçerken, o çoktan önlüğünü çıkarıp, dışarı çıkmak için hazırlanmıştı bile, anca omzumu onun dürtmesiyle gelen irkilmemden sonra farkettim. "bir şeyler içmeye gidelim mi" şeklindeki sorusuna kafamı onaylar vaziyette sallayaraktan karşılık verirken ayağa kalktım, sonra da ardına düştüm.

11 Eylül 2012 Salı

sevgili roosevelt...

internette gezinirken çok enteresan bir anekdotla karşılaştım. küba eski lideri fidel castro (d. 1926), aşağıdaki mektubu 1940 yılında zamanın amerikan başkanı franklin d. roosevelt'e (1882 - 1945) yazmış. sizlerin de görebileceği gibi mektubu yazdığında castro 13-14 yaşlarındaymış; ancak kendisinin 12 yaşında olduğunu belirtmiş.


Santiago de Cuba
Nov. 6, 1940
Mr. Franklin Roosevelt
President of the United States 
My good friend Roosvelt:
I don't know very English, but I know as much as write to you. I like to hear the radio, and I am very happy, because I heard in it, that you will be President for a new (periodo). I am twelve years old. I am a boy but I think very much but I do not think that I am writing to the President of the United States. If you like, give me a ten dollars bill green american, in the letter, because never, I have not seen a ten dollars bill green american and I would like to have one of them. 
My address is:
Sr Fidel Castro
Colegio de Dolores
Santiago de Cuba
Oriente. Cuba. 
I don't know very English but I know very much Spanish and I suppose you don't know very Spanish but you know very English because you are American but I am not American. 
(Thank you very much) 
Good by. Your friend, 
(Signed) 
Fidel Castro 
If you want iron to make your sheaps ships I will show to you the bigest (minas) of iron of the land. They are in Mayari Oriente Cuba.


ÇEVİRİ:

Santiago de Cuba
6 Kasım 1940
Bay Franklin Roosevelt
Birleşik Devletler Başkanı

İyi dostum Roosevelt:
İngilizce çok bilmiyorum, ama sana yazmak kadar biliyorum. Radyo duymayı seviyorum, ve çok mutluyum, çünkü onda senin yeni bir periodo için başkan olacağını duydum. Ben on iki yaşındayım. Ben bir çocuğum ama çok düşünüyorum ama Amerika Birleşik Devletleri başkanına yazdığımı düşünmüyorum. Hoşuna giderse, bana bir on dolar yeşil amerikan ver, mektupta, çünkü hiç, daha önce on dolar yeşil amerikan görmedim ve onlardan birine sahip olmak isterim.

Adresim:
Bay Fidel Castro

Colegio de Dolores
Santiago de Cuba
Oriente. Cuba.

Ben İngilizce çok bilmem ama İspanyolca çok bilirim ve zannedersem sen İspanyolca çok bilmezsin ama İngilizce çok bilirsin çünkü sen Amerikansın ama ben Amerikan değilim.

(Çok teşekkür ederim)

Gül güle. Dostun,

(İmza)

Fidel Castro

Gamilarini Gemilerini yapmak için demir istersen bölgenin sana en büyük demir (minas)ını göstereceğim. Onlar Mayari Oriente Cuba'da.

8 Eylül 2012 Cumartesi

araknodaktilil

kelime anlamı "örümcek parmaklar" olan araknodaktilil, örümcek adamı kıskandıracak kertede fiyakalı bir sendromdur. araknodaktilil, kişide doğuştan var olabileceği gibi, ömrün herhangi bir periyodunda da aniden baş gösterebilir. ortaya çıkma nedeni tam olarak kestirilememiş olsa da, hastaların radyoaktif örümcekler tarafından ısırılmış olma ihtimalleri katiyen elenmiştir. garbi tabiplerse harbi sebebin gen mutasyonları olduğu hususunda diretmektedir.

kişinin yalan söylemesi ya da benzeri herhangi bir durumda ilerleme göstermeyen sendrom, parmakların saat yönünde yüz seksen derece dönmesine olanak tanıyacak kadar azabilir.

6 Eylül 2012 Perşembe

muhtemelen bilmediğiniz bir-iki kavram [p]

pika: kulağa hoş bir şey gibi gelse de, aslen genellikle sindirilemeyen nesnelere karşı duyulan iştahla karakterize bir sapkınlığı belirtmek için kullanılıyor. tarihte de bu sapkınlığın pençesine düşen kişilere sıklıkla rastlanıyor ve bunlara itinayla pikaçu diyoruz. pikaçular olur olmadık yerde ve zamanda pikaaa diye anırmanın yanı sıra cam, çivi, saç, idrar, bok, daha, fazla, devam, edemeyeceğim, midem, kaldırmıyo gibi birçok maddenin konsümasyonunu- oh tanrım bu kadarı yeter

pronoya: paranoyanın karşıtı; ancak "bana bişey olmazcılık" anlamında değil; aksine, tüm dünyanın işi gücü yokmuşçasına kendisine iyilik etmekle kafayı bozmuş sevimli insancıklardan oluştuğunu varsayma, buna inanma hali. coelho'nun hastalığı.

prosopopoeia: üçüncü bir ağızdan konuşma yöntemi. hatibin, muhataplarına hitap ederken konuşan aslen kendisi değilmiş de bir başka kimse veya nesneymiş gibi davranması.

31 Temmuz 2012 Salı

FOP ile taşa dönmek

selamlar sevgili sakalistalar. bu yazımızda on beş yaşındaki amerikan kanaat önderleri tarafından "cool!" sıfatıyla anılmayı sonuna dek hak eden bir isme haiz olan bir hastalıkla tanışacağız: fibrodisplazi ossifikans progressiva (FOP).

kelime anlamını açarsak, "fibröz dokunun (fibro-) anormal biçimde gelişerek (-displazi) kademeli olarak (progressiva) kemikleşmesi (ossifikans)" sonucuna ulaşırız ki; yeterince açık olur.

kemik oluşumunu sağlayan gen, sağlıklı bireylerde doğumun ardından deaktive olur. FOP hastalarında ise işlerliğini sürdürür. bu hastaların kas, bağ ve lif dokuları, en ufak bir hasar görmeleri halinde kemikleşir. kemikleşmeyi önlemek içinse salt bu dokuların harabiyetinden kaçınmak yeterli olmaz. rutin yenilenme sürecine giren tüm dokular, kemiğe dönüşecektir. kişi adeta doğumunda medusa'yı görür; o günün ardından yavaşça ve acılar içinde "taşa dönmeye" başlayacaktır.

FOP karşısında tıbbın imkanları maalesef kısıtlıdır. hastalığın en vahim yanı, ameliyat karşısında vücuda gösterttiği tepkidir: GOP'lu bireyin ameliyatla temizlenen kemik doku aşırısı, operasyonun ardından kat be kat artarak yeniden ortaya çıkacaktır. bu durumda ameliyat bir opsiyon olmanın çok uzağında kalmakta, farmakoterapiyse (ilaç tedavisi) durumu hafifletmenin ötesine geçememektedir.

hastalığa ilişkin enteresan bir nokta, çok ileri safhalarında hastaların ömurlerinin geri kalanında içerisinde bulunacakları pozisyonu -ayakta veya oturur halde- seçmek durumunda kalmalarıdır.

14 Temmuz 2012 Cumartesi

earthrise

earthrise, siktiğimin gezegeninin uzaydan insan eliyle çekilmiş ilk fotoğrafı. uzaktan ne kadar da şirin, ne kadar da mavi, ne kadar da zararsız duruyor değil mi? sağlığımıza kastın var ey dünya, ben seni nasıl seveyim!

gerçi her ne kadar böyle desek de astrolojiyi ele aldığımızda güneş sistemindeki diğer gezegenlere kıyasla dünya'nın daha bi masum olduğunu görüyoruz; siktiğimin jüpiterinin venüs'ü gölgelemesiyle hayatımıza kayışını unutmayalım gençler, hatırlayın o astroloji yorumlarını: "
Ekimde zaten Satürn sizi zorladığı konumdan çıkıyor ve Akrep burcuna girecek" mına kodum satürn'ü bize gireceği kadar girmiş zaten akrep'e girmese bari diyoruz ama durmuyor bizden çıkıp akrep'e giriyor. az mı gerginlik yaşadık, neptüm ipnesi güneş'ten uzaklaştı diye; eğitim ve aşk hayatımız sıkıntıya girmedi mi plüton götüm götüm bizim etki gezegeninize yaklaştı diye.


güneşi ve onun birkaç milyar yıl sonra çökecek sistemini 
toptan sevmiyorum ve de uğraşmayın sevdiremezsiniz; çünkü biliyorum ki o da beni sevmiyor, derken Velvet Underground'ın  1970 tarihli "loaded" albümünden işbu eser geliyor: