26 Mart 2010 Cuma
in the mood for love (2000)
son sahnede kapıdan dönmek, yerine şansını denemiş olsa bu bir türk filmi olurdu. ya da 15-20 sene daha erken çekilmiş olsa bunun bahsettiğim sonlu yeşilçam versiyonu çekilirdi diyeyim. izlemeye değecek bir film ama görsellik ve duyguların yansıtılışı bana yetmez diyorsanız sıkılabilirsiniz. biraz da spoiler verdik, ettik içine, nesse.
Labels:
boşvernist,
yedinci sanat
yarın veya bugün ya da dün
mart ayının sonuna geldiğimiz şu günlerde aslında mart ayının nasıl geçtiğini pek fark ettiğimi söleyemem. her gün aynı yataktan kalkmama tribi. öküzlemesine saatlerce uyusam da yorgun olmak, hiçbir şey istemezlik, aslına bakılırsa uyumak da istemiyorum. hiçbir şey yapmamaya en yakın şeyin uyumak olması beni yatağımın içine doğru çekiyor sanırım.
istememek dedim de, isteyerek yaptığım bir şeyler de yok aslına bakılırsa, okula gitmek istemiyorum, yolculuk yapmak istemiyorum, tanıdıkları görmek istemiyorum, kalabalığa karışmak istemiyorum, evden dışarı çıkmak da istemiyorum, evde oturmak da istemiyorum, film izlemek istemiyorum, kitap okumak istemiyorum, yeni bir şeyler öğrenmek istemiyorum, yeni birileriyle tanışmak istemiyorum, yemek yemek istemiyorum... şu sıralar tek isteyerek yaptığım işin sigara içmek olduğunu farkettim, aslında onu da istemiyorum ama istemediğimi içmeye başlayıp son bir iki nefese gelince farkediyorum. ilk nefes, insanın canının istemesi için yeterince iyi bir his sağlamakta sanırım. ne kadar uzun zaman ayrı kaldıysan o kadar sıkı sarılışı var ya ciğerlere bi de, ibnenin.
bu yazıyı dün ya da üç hafta önce ya da çok mucizevi bir şeyler olmadığı sürece iki gün ya da üç hafta sonra da aynı şekilde yazabilirdim, bugün yazmış olmamın bugüne özel hiçbir yanı yok. özel hissetmesin o da kendini diye diyorum. merak ederim aslında günler kendilerini hiç özel hissederler mi? biz onlara "doğum günü, yıl dönümü" gibi gibi anlamlar yükleriz; ama onlar farkederler mi bunu? ne bileyim çok önem verdiğin, gelmesini beklerken gecesinde uyuyamadığın bir gün: mecburiyetten uyanışını izleyeceğin gün. senin için güneşi en güzel hâline getirip de öyle doğurur mu ve de sabah serinliğini sersemliğini aldıktan hemen sonra yokedip birden içini ısıtacak olan güneşin önünden bulutları çekiverir mi...
Labels:
anlamsız karalamalar,
boşvernist
22 Mart 2010 Pazartesi
bu sabah
bu sabah erken kalktım. lavabonun başına geçmiş, elimi musluğa götürmüş, kendisinin başından çıkacak ilk su damlalarının yüzüme vurmasını beklerken saat de sekizi çeyrek geçmekle meşguldü sanırım. o bunu yaparken ben de kafamı tekrar yastığa koyup uyumayı deneseydim kendimi fazlaca can sıkıcı bir süreç içerisine sokacağımın bilincindeydim. üstelik sonuç değişmeyecekti. bu yüzden yüzümü yıkadım. işte günü karşılama stilim. tıpkı benim haricimdeki zilyonlarca insanınki gibi. bunca insan yanılıyor olabilir mi?
aynaya baktım. gözlerim suratımda rastgele çıkan sivilcelere takıldı. gecekondulara benzettim onları. bir gecede çıkıveriyorlardı... ve normalde izin alamayacaklarını söylememe gerek var mı? "yüzümde çıkmanız yasak, başka yerde size villa yapalım. çok uygun fiyatlatlarla, hatta bedava, lüften ama, haydi." bunları düşündüm. hayır delirmemiştim, uykuluydum, fazlasıyla uykuluydum ve gülümsedim. gülümseyince göz kapaklarınız kapanır. uykuluyken de. bu yüzden uykuluyken gülümsemek, iyi gider. gözlerimi tekrar açtığımda sivilcelerimi sıkmaya başladım. öyle çok fazla değillerdi aslında. orta okuldayken yüzü sivilce tarlasına dönüşmüş bir arkadaşım vardı. önüne geçememişti çarpık kentleşmenin. lisede hep onun gibi olmaktan korkardım. iyi sayılırdı yine bu halim. üç-beş sivilce, ya var, ya yok. bu yüzden çabuk sıkıldılar onlar da, benim gibi.
bir sonraki durağım mutfak oldu. hedefim yine suydu; sabahları beni kendime yaklaştıran tek şey. neredeyse getirir yani. bu defa içtim onu. şöylece bir ortalıkta dolandım içerken. pencere önündeki saksılara ve içindeki çiçeklere baktım. "onlar da canlı" diye geçirdim içimden, "onlar da nefes alıyor, ne garip." hayır, kafayı sıyırmadım. canım sıkılıyordu, fazlasıyla canım sıkılıyordu ve somurttum. can sıkıntısıyla somurtkanlık iyi gider, insana rahatsızlık hissi verir ve daha yaratıcı düşünmesine olanak sağlar. bu sabah bulabildiğim en yaratıcı fikir, "yatağa geri döneyim ve uyuyayım" oldu.
kendimi dinledim. uzandım ve üstümü örttüm. can sıkıcı bir süreç beni bekliyordu. neden sonra uyumuşum. rüya görmüyordum. kahretsin, rüya görmüyordum.
aynaya baktım. gözlerim suratımda rastgele çıkan sivilcelere takıldı. gecekondulara benzettim onları. bir gecede çıkıveriyorlardı... ve normalde izin alamayacaklarını söylememe gerek var mı? "yüzümde çıkmanız yasak, başka yerde size villa yapalım. çok uygun fiyatlatlarla, hatta bedava, lüften ama, haydi." bunları düşündüm. hayır delirmemiştim, uykuluydum, fazlasıyla uykuluydum ve gülümsedim. gülümseyince göz kapaklarınız kapanır. uykuluyken de. bu yüzden uykuluyken gülümsemek, iyi gider. gözlerimi tekrar açtığımda sivilcelerimi sıkmaya başladım. öyle çok fazla değillerdi aslında. orta okuldayken yüzü sivilce tarlasına dönüşmüş bir arkadaşım vardı. önüne geçememişti çarpık kentleşmenin. lisede hep onun gibi olmaktan korkardım. iyi sayılırdı yine bu halim. üç-beş sivilce, ya var, ya yok. bu yüzden çabuk sıkıldılar onlar da, benim gibi.
bir sonraki durağım mutfak oldu. hedefim yine suydu; sabahları beni kendime yaklaştıran tek şey. neredeyse getirir yani. bu defa içtim onu. şöylece bir ortalıkta dolandım içerken. pencere önündeki saksılara ve içindeki çiçeklere baktım. "onlar da canlı" diye geçirdim içimden, "onlar da nefes alıyor, ne garip." hayır, kafayı sıyırmadım. canım sıkılıyordu, fazlasıyla canım sıkılıyordu ve somurttum. can sıkıntısıyla somurtkanlık iyi gider, insana rahatsızlık hissi verir ve daha yaratıcı düşünmesine olanak sağlar. bu sabah bulabildiğim en yaratıcı fikir, "yatağa geri döneyim ve uyuyayım" oldu.
kendimi dinledim. uzandım ve üstümü örttüm. can sıkıcı bir süreç beni bekliyordu. neden sonra uyumuşum. rüya görmüyordum. kahretsin, rüya görmüyordum.
Labels:
anlamsız karalamalar,
moroff
15 Mart 2010 Pazartesi
insan zihninin hataları I
ciddi bir konuyla karşınızdayız. dün gece stumbleupon tuşunu kırıyordum. farenin sol tuşunu da olabilir. kaçıncıya tıkladığımı unuttum. her ikisine de yani. neyse işte ne diyordum, sonunda karşıma bu linki çıkardı da, kırılmaktan kurtuldu. her ikisi de.
konu insanların günlük hayatta hiçbir mantıklı açıklamanın arkasına sığınamadan yaptıkları hatalar. yok yok, hatadan kastım öyle "yalan söylemek," "insanlara kötü davranmak" vb. şeyler değil. önyargısal zihin bulanıklıkları. fazlasıyla subjektif olsa da listeyi sevdim. her bir madde de tanıdık geldi üstelik. ben de çoğunu yapmaya meyilliyim. siz de öylesiniz.
on tane madde var ve (s)onuncudan başlıyorum:
10. kumarbazın yanılgısı (gambler's fallacy) [w/$]
kısaca şöyle tanımlanıyor: "olasılıkların geçmiş olaylardan etkilendiği sanrısı."
mafyayla başınız belaya girmiş ve bir şekilde sizi yakalamışlar. patronları kaçığın teki. husumet yaşadığı insanların hayatlarıyla oynamayı seviyor ve siz de onlardan birisiniz. küçük, kare bir masanın başında, kafanıza silah dayalı bir şekilde oturuyorsunuz. kel ve keçi sakallı bir çam yarması karşınıza dikilmiş, size bozuk bir para gösteriyor. bir robot gibi, ağır ağır ve dikkatlice konuşuyor: "sönünlö bü oyun oynoyocoz." bu cümleyi kurması tam altı saniye sürdü. salak herif. bu yüzden anlattıklarının gerisini tercüme edeceğim: üç defa art arda paranın yazı mı, tura mı geleceğini bilirseniz sizi serbest bırakacaklarmış. hadi yine iyisiniz. ilk ikisi yazı geliyor ve nasıl oluyorsa, biliyorsunuz işte. sıra son parada...
cüneyt arkın modunuzu açma ihtimaliniz yok. lütfen iki dakika ciddi olun. sizi samimiyete davet ediyorum.
üçüncü tercihiniz ne olurdu?
eğer tura dediyseniz (ki büyük olasılıkla dediniz), sizin de seçiminizi, önceden iki defa yazı gelmesinin son atışta tura gelme ihtimalini güçlendirdiği sanrısına kapılarak yapmış olma ihtimaliniz oldukça yüksek. işte kumarbazın yanılgısı da tam olarak bu... ve hiçbir dayanağı yok (ihtimal sürekli 1/2 olarak kalacak).
9. tepkisellik (reactivity) [w]
"tepkisellik" çok piliçsel bir çevirme oldu, es geçilebilir.
hatırlar mısınız, ilkokulda bazen sınıfa müfettiş geleceği tutardı ve bizler; ülkemizin istikbalinin teminatı, geleceğin avukatları, mühendisleri, otomobil tamircileri, seri katilleri; bizler ki birer fidan, kinder sürpriz yumurta... farklı davranırdık. öylesine farklı davranırdık ki, çıtımız çıkmazdı. müfettiş bey/hanım "tebrikler hocam, çogzel bi' sınıfınız var!" deyip, bizleri selamlayıp, kapıyı dışarıdan kapatıncaya dek; geleceğin tır şoföründen formula 1 pilotuna, hemşiresinden profesör doktoruna, yan kesicisinden banka hortumcusuna yükselirdik. bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik, bir müfettişli günlerdeyse örnek öğrencilerdik, üstelik zaten çocuktuk.
bunu yazmamın sebebi şu "reaktivite" konusunda bir fikir elde edinmenizdi. kısaca açıklamak gerekirse, insanlar izlendikleri ya da bir şekilde takip edildiklerini bildiklerinde, asla ve asla doğal davranmayı başaramıyorlar. bu da bilhassa deneylerde oldukça büyük sorunlar çıkarıyormuş. bunu çözmeyi de, insanlara üzerlerinde tam olarak neyi denediklerini açıklamayarak çözmüşler. blind experiment deniyormuş buna da hatta, blind date gibi; ikisi de hayat kurtarıyormuş.
8. pareidolia [w/$]
işte bu fena. alakasız görüntü ve seslerden anlamlar çıkarma durumu.
örneklerle açıklayalım: backmasking paranoyaları, mars'taki surat, mars'taki şahin k... ayrıca buradan buyrunuz.
ayrıca günümüzün komplo teorisyenlerinin yapmış oldukları araştırmalardan bin bir güçlükle çıkardıkları akla ziyan sonuçları ve saptamaları da bu kategoriye dahil edebiliriz sanırım. "pastafaryanlar spagetti sembolüne tapardı, dikkat ederseniz pastavilla'nın çeşitli ürünlerinde de bu sembolün etkileri görülebilir. zaten ismin de bir çağrışım yapması dikkat çekici," gibi.
7. kendi kendini gerçekleştiren kehanetler [w/$/$2]
bir şeyi kırk kere söylersen olur sözünü bir batıl inanış olarak görüp dışlıyor olsak bile, bir doğruluk payını içinde bulundurduğunu yadsıyamayız. bahsettiğim; "şemsiyemi yanıma almadım, kesin yağmur yağacak, kesin yağmur yağacak, kesin yağmur... (şıpşıpşıpşıpşıp...)" monologunu yaşayan ve bunun gibi doğrudan kontrol altına alamayacağı olaylara ısrarla pesimist, üstelik benmerkezcil bir bakış açısıyla yaklaşıp da her olaydan kendisine bir pay çıkaran insanların, ardından ettikleri "hep de beni bulur!" şeklindeki hezeyanlarındaki SAHTE doğruluk payı değil. kilit nokta da bu; "doğrudan kontrol altına alamayacağımız olaylar."
öğrencisiniz. üniversite dördüncü sınıf. son seneniz olarak kabul edebilirsiniz. önünüzde çok zor finaller var ve içlerindeki en zoru da bir hafta sonra. dersin hocası -afedersiniz ama- manyağın teki. derste "siz zaten geçemezsiniz benim dersimden bu gidişle" diyor, "okulunuz uzadı! mezun etmiycem sizi! yandınız hehehe." diye yerli yersiz çıkışlar yapıyor, arada sırada kendi kendine konuşuyor ve havaya şekiller çiziyor. 45-50 yaşlarında, beyaz saçlı, kısa boylu, sıska, yuvarlak gözlük takan, askılı gömlek giyen bir adam. amfiye kedisiyle geliyor ve onun ders boyunca sınıf içinde rastgele dolaşıp miyavlamasına izin veriyor. kendi cüssesinin iki katı bir eşi var; bazı derslerin orta yerinde amfiye dalarak "asıııım! para lazım cicoşum. bizimkilerle alışverişe çıkıcam" diyen. sanırım adamdaki bazı enteresanlıkların asıl sebebini şimdi anlamışsınızdır. ama konumuz bu değil.
sınavı geçmek zor- gerçekten çok zor; hatta imkansız. evet, imkansız. ve bilirsiniz, imkansız zaman alır. ancak sizin yeteri kadar zamana sahip olmadığınız da bir gerçek- bir haftanız var, hatırlayın. bu durumda ne yaparsınız? "zaten geçemiycem yæææ!" moduna girip de, başınızı yastığa vurup uyumaz mısınız? okulunuz uzamaz mı? size güvenen sevdiklerinize yazık değil mi? NE YAPTINIZ SİZ?
işte burada siz, kendi kehanetinizi gerçekleştiren durumuna düşüyorsunuz. belki de günde 25 saat çalışsaydınız o sınavı geçebilirdiniz. bir ihtimaliniz vardı. ama hayır, bir kere kafanıza koydunuz bile. insan en yenilmez ön yargılarını kendisi yaratır. insanoğlu ne garip.
6. hale etkisi [w/$]
çok dolandırmak istemiyorum, sözlükte harika bir bakınız verilmiş hakkında: "hem sempatik, hem yakışıklı." bir insanı farklı yönleriyle değerlendirirken, bu yönlerden en baskın olarak gözümüze çarpanı, diğerleri üzerindeki yargımızı fena bir şekilde etkiler. bir insan fiziksel anlamda çekici bulduğu bir karşı cins (homoseksüellere başka tabi) ile tanıştığında diğer tüm özellikleri kendisine hoş gelebilir. bedava olan her şeyin apayrı bir tadı vardır. gibi.
konu insanların günlük hayatta hiçbir mantıklı açıklamanın arkasına sığınamadan yaptıkları hatalar. yok yok, hatadan kastım öyle "yalan söylemek," "insanlara kötü davranmak" vb. şeyler değil. önyargısal zihin bulanıklıkları. fazlasıyla subjektif olsa da listeyi sevdim. her bir madde de tanıdık geldi üstelik. ben de çoğunu yapmaya meyilliyim. siz de öylesiniz.
on tane madde var ve (s)onuncudan başlıyorum:
10. kumarbazın yanılgısı (gambler's fallacy) [w/$]
kısaca şöyle tanımlanıyor: "olasılıkların geçmiş olaylardan etkilendiği sanrısı."
mafyayla başınız belaya girmiş ve bir şekilde sizi yakalamışlar. patronları kaçığın teki. husumet yaşadığı insanların hayatlarıyla oynamayı seviyor ve siz de onlardan birisiniz. küçük, kare bir masanın başında, kafanıza silah dayalı bir şekilde oturuyorsunuz. kel ve keçi sakallı bir çam yarması karşınıza dikilmiş, size bozuk bir para gösteriyor. bir robot gibi, ağır ağır ve dikkatlice konuşuyor: "sönünlö bü oyun oynoyocoz." bu cümleyi kurması tam altı saniye sürdü. salak herif. bu yüzden anlattıklarının gerisini tercüme edeceğim: üç defa art arda paranın yazı mı, tura mı geleceğini bilirseniz sizi serbest bırakacaklarmış. hadi yine iyisiniz. ilk ikisi yazı geliyor ve nasıl oluyorsa, biliyorsunuz işte. sıra son parada...
cüneyt arkın modunuzu açma ihtimaliniz yok. lütfen iki dakika ciddi olun. sizi samimiyete davet ediyorum.
üçüncü tercihiniz ne olurdu?
eğer tura dediyseniz (ki büyük olasılıkla dediniz), sizin de seçiminizi, önceden iki defa yazı gelmesinin son atışta tura gelme ihtimalini güçlendirdiği sanrısına kapılarak yapmış olma ihtimaliniz oldukça yüksek. işte kumarbazın yanılgısı da tam olarak bu... ve hiçbir dayanağı yok (ihtimal sürekli 1/2 olarak kalacak).
9. tepkisellik (reactivity) [w]
"tepkisellik" çok piliçsel bir çevirme oldu, es geçilebilir.
hatırlar mısınız, ilkokulda bazen sınıfa müfettiş geleceği tutardı ve bizler; ülkemizin istikbalinin teminatı, geleceğin avukatları, mühendisleri, otomobil tamircileri, seri katilleri; bizler ki birer fidan, kinder sürpriz yumurta... farklı davranırdık. öylesine farklı davranırdık ki, çıtımız çıkmazdı. müfettiş bey/hanım "tebrikler hocam, çogzel bi' sınıfınız var!" deyip, bizleri selamlayıp, kapıyı dışarıdan kapatıncaya dek; geleceğin tır şoföründen formula 1 pilotuna, hemşiresinden profesör doktoruna, yan kesicisinden banka hortumcusuna yükselirdik. bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik, bir müfettişli günlerdeyse örnek öğrencilerdik, üstelik zaten çocuktuk.
bunu yazmamın sebebi şu "reaktivite" konusunda bir fikir elde edinmenizdi. kısaca açıklamak gerekirse, insanlar izlendikleri ya da bir şekilde takip edildiklerini bildiklerinde, asla ve asla doğal davranmayı başaramıyorlar. bu da bilhassa deneylerde oldukça büyük sorunlar çıkarıyormuş. bunu çözmeyi de, insanlara üzerlerinde tam olarak neyi denediklerini açıklamayarak çözmüşler. blind experiment deniyormuş buna da hatta, blind date gibi; ikisi de hayat kurtarıyormuş.
8. pareidolia [w/$]
işte bu fena. alakasız görüntü ve seslerden anlamlar çıkarma durumu.
örneklerle açıklayalım: backmasking paranoyaları, mars'taki surat, mars'taki şahin k... ayrıca buradan buyrunuz.
ayrıca günümüzün komplo teorisyenlerinin yapmış oldukları araştırmalardan bin bir güçlükle çıkardıkları akla ziyan sonuçları ve saptamaları da bu kategoriye dahil edebiliriz sanırım. "pastafaryanlar spagetti sembolüne tapardı, dikkat ederseniz pastavilla'nın çeşitli ürünlerinde de bu sembolün etkileri görülebilir. zaten ismin de bir çağrışım yapması dikkat çekici," gibi.
7. kendi kendini gerçekleştiren kehanetler [w/$/$2]
bir şeyi kırk kere söylersen olur sözünü bir batıl inanış olarak görüp dışlıyor olsak bile, bir doğruluk payını içinde bulundurduğunu yadsıyamayız. bahsettiğim; "şemsiyemi yanıma almadım, kesin yağmur yağacak, kesin yağmur yağacak, kesin yağmur... (şıpşıpşıpşıpşıp...)" monologunu yaşayan ve bunun gibi doğrudan kontrol altına alamayacağı olaylara ısrarla pesimist, üstelik benmerkezcil bir bakış açısıyla yaklaşıp da her olaydan kendisine bir pay çıkaran insanların, ardından ettikleri "hep de beni bulur!" şeklindeki hezeyanlarındaki SAHTE doğruluk payı değil. kilit nokta da bu; "doğrudan kontrol altına alamayacağımız olaylar."
öğrencisiniz. üniversite dördüncü sınıf. son seneniz olarak kabul edebilirsiniz. önünüzde çok zor finaller var ve içlerindeki en zoru da bir hafta sonra. dersin hocası -afedersiniz ama- manyağın teki. derste "siz zaten geçemezsiniz benim dersimden bu gidişle" diyor, "okulunuz uzadı! mezun etmiycem sizi! yandınız hehehe." diye yerli yersiz çıkışlar yapıyor, arada sırada kendi kendine konuşuyor ve havaya şekiller çiziyor. 45-50 yaşlarında, beyaz saçlı, kısa boylu, sıska, yuvarlak gözlük takan, askılı gömlek giyen bir adam. amfiye kedisiyle geliyor ve onun ders boyunca sınıf içinde rastgele dolaşıp miyavlamasına izin veriyor. kendi cüssesinin iki katı bir eşi var; bazı derslerin orta yerinde amfiye dalarak "asıııım! para lazım cicoşum. bizimkilerle alışverişe çıkıcam" diyen. sanırım adamdaki bazı enteresanlıkların asıl sebebini şimdi anlamışsınızdır. ama konumuz bu değil.
sınavı geçmek zor- gerçekten çok zor; hatta imkansız. evet, imkansız. ve bilirsiniz, imkansız zaman alır. ancak sizin yeteri kadar zamana sahip olmadığınız da bir gerçek- bir haftanız var, hatırlayın. bu durumda ne yaparsınız? "zaten geçemiycem yæææ!" moduna girip de, başınızı yastığa vurup uyumaz mısınız? okulunuz uzamaz mı? size güvenen sevdiklerinize yazık değil mi? NE YAPTINIZ SİZ?
işte burada siz, kendi kehanetinizi gerçekleştiren durumuna düşüyorsunuz. belki de günde 25 saat çalışsaydınız o sınavı geçebilirdiniz. bir ihtimaliniz vardı. ama hayır, bir kere kafanıza koydunuz bile. insan en yenilmez ön yargılarını kendisi yaratır. insanoğlu ne garip.
6. hale etkisi [w/$]
çok dolandırmak istemiyorum, sözlükte harika bir bakınız verilmiş hakkında: "hem sempatik, hem yakışıklı." bir insanı farklı yönleriyle değerlendirirken, bu yönlerden en baskın olarak gözümüze çarpanı, diğerleri üzerindeki yargımızı fena bir şekilde etkiler. bir insan fiziksel anlamda çekici bulduğu bir karşı cins (homoseksüellere başka tabi) ile tanıştığında diğer tüm özellikleri kendisine hoş gelebilir. bedava olan her şeyin apayrı bir tadı vardır. gibi.
Labels:
moroff,
zihinsel tercih
13 Mart 2010 Cumartesi
aşk??
şimdi bunun altına aşk parayı da her bişiyi de yener bekleyebilirsiniz. ama onu demeyeceğim. sadece "aşk, kumarın parayla değil, duygularla oynanan bir türüdür" demek istedim buna ithafen. heh şimdi nasıl bi mana çıkarılabilinmiş oldu bu görüntüden bakalım?
Labels:
aşk,
boşvernist,
graffiti
2 Mart 2010 Salı
wristcutters a love story (2006)
Aslında bu filmle ilgili daha çok şey çıkar da: "Mucizelerin gerçekleşmesi için çok istemek değil, hiç umursamamak gerekir." diyip geçesim var sadece. ama kendimi zorlarsam "dünyadan sonraki yaşam konusuna yaklaşımı için izlemeye değer" şeklinde tavsiyede bulunabilirim belki.
Labels:
boşvernist,
yedinci sanat
1 Mart 2010 Pazartesi
tek yaprak "hangi göte" yeter!
Selpak'ın yeni tuvalet kağıdı ve de reklamı. Başlık ise reklamın TV'de görülmesi üzerine refleks olarak ağızdan çıkan bir cümle.
Ben değil idim diyen ama katılmıyor değilim: ey sayın selpak yetkilileri, tek yaprak hangi göte yeter harbiden?
Ben değil idim diyen ama katılmıyor değilim: ey sayın selpak yetkilileri, tek yaprak hangi göte yeter harbiden?
Labels:
boşvernist,
eleştiri,
reklam
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)