31 Aralık 2011 Cumartesi

Geri Dönüşüm



Sahnedeki tüm ışıklar onun üzerindeydi. Seyircilerin yüz ifadelerini göremeyip sadece alkış seslerini ve belli belirsiz homurtulari duymaya artik tahammül edemiyordu. Beyin fonksiyonlarini yerinden oynatan bu seslere karşılık vermek isterdi diğer zamanlar ama sahnedeyken tüm kaslari kasılır, kafası karıncalanmaya başlardı. Bir saniye bile olsa kendisini mutlu eden tek şey, sahne merdivenlerinin yanında, yağmur damlalarının oluşturduğu kücük su birikintilerini görmekti. İkinci basamağa adımını attığı an bu mutluluk da geçerdi. Beş senedir erteliyordu bunu. Her seferinde “bi dahaki sefere”  diye söz verirdi kendisine. Ama bu “bi dahaki sefere” yerini bir başka “bi dahaki sefere”ye bırakırdı her zaman.


Sahneden alnındaki ter damlacıklarıyla inerdi. Yeni sahnesine ilk hazirliği yapmak icin hemen makyaj odasına koşup makyajını yenilerdi. Bazen iki sahnedeki oyun ve dekor birbirine o kadar benzerdi ki makyajını temizlemeye gerek kalmadan kapıdan çıkıp giderdi.


Paltosunu kalorifersiz odadan alıp hızla dışarıya çıktı. Odanın soğukluğunun içine işlemesine izin verip, sokak merdivenlerden yuvarlanırcasına indi. Kulaklığını taktı, müziği açmadı. İçinden birşeyler mırıldanmaya başladı. Sahilde her zaman oturduğu banka hızlı adımlarla yürürken, sökülmüş ayakkabı bağcıklarının salınımlarını hayretle izledi yine. Havada, yarı özgür uçuşan, uçları birbirine bağlı olmasına rağmen iki farklı ip gibi görünen bağcıklar.


Oturacağı bank yağmurdan ıslanmıştı. Küçük bir kismi eliyle kurulamaya calisti, yağmur devam ettiği için kurulamaya çalışmanın faydası yoktu. Öylece oturdu banka. Kendini düzeltmeden, oturduğu şekliyle bir süre karşı kıyıyı izledi. Işıklar yine hiçbir canlılık belirtisi göstermeden karşısında dikiliyordu. Seyircileri düşündü, yüz ifadesini değiştirdi önce, cebindeki paketten bir sigara çıkardı. Sigaranın dumanı ve sıcak nefesinin buharı birbirine karışıyordu. Hangisini daha önce dışarı üflediğini farkedemiyordu artık.


Müziği açmayı düşündü bir an icin fakat vazgeçti. Tekrar kendi kendine mırıldanmaya başladı. Çektiği dumanı dışarı üfledi. Dumanların arasindan bir çocuğun kendisine gülerek baktığını farketti. Bu birkac saniyelik göz göze gelmenin ardından çocuk koşarak uzaklaştı. Çocuğun kendi yüz ifadesinden korktuğunu düşündü. Yüzüne dokunup ifadesini hissetmeye çalıştı. Bu ifadeyi saklayıp yeri geldiğinde kullanması gerekiyordu.


Boğazdan geçen geminin sireniyle birlikte kulaklığını çıkardı. Siren müziğin bitişiydi. Ayağa kalktı, gemi önünden geçerken paltosunun fermuarını açtı. Geminin rüzgarını ciğerlerine doldurdu. Oturma isteğiyle geri döndü; bankta kendisi farketmeden gelip oturan kadını gördü. Dimdik kendisine bakıyordu. Kadının yüz ifadesinden, ayakta gecirdiği bu sürede, banka sessizce yaklaşıp geminin geçtiği andaki hareketlerini izlediğini anlayabildi. Banka korkarak yaklaştı, oturdu. Sahnedeyken izleyenlerin yüz ifadelerini ayrıntılı göremediği için kadına büyülenmiş gibi bakıyordu. İlk kez bir yüzü bu kadar yakından seyrediyordu. Teninin beyazlığını, küçük dudaklarının kıvrımlarını, alnından kulaklarına uzanan dalgalı kızıl saçlarını yutarcasına izliyordu. Yüzünün detaylarını öğrendikçe enerjisinin giderek azaldığını hissetti. Tam bu vahşi derse son verip sigara almak için elini cebine atmak isteyince, kadın elini tuttu, ayağa kalktı. Yüz ifadesi şimdi daha farklıydı. Geçirdiği sürenin pişmanlığıyla elini bıraktı, martı seslerine eşlik eden topuk tıkırtılarıyla birlikte kadın oradan uzaklaştı.


Topuk seslerinin kulağında bıraktığı yankıyla saatine bakmak geldi içinden. Uzun bir süre baktı ama saatin kaç olduğunu anlayamadı. Kayışı tokasından kurtarıp çıkardı saati kolundan ve tüm gücüyle denize fırlattı. Zamanı öğrenmenin bir anlamı kalmamıştı artık.


22 Aralık 2011 Perşembe

piyongyang & histeri krizlerini andıran toplu ağlaşmalar üzerine

kim jong-il'in ölümünün ardından medyanın, bilhassa medyamızın salaklığını bir kez daha yüzüme tokat gibi vuran "abi yea adamlar cezalandırılmaktan korkuyormuş ve onun için ağlıyormuş," "zavallıcıkların hepsi delirmiş, vah vah" temalı haberler üzerine neyse ki güney kore'de yaşamış ve olayların az-çok içinde bulunmuş birinden tam olarak neyin ne olduğu bilgisini edinmiş oldum. ah, bir de internet olmasaydı, hepimizin belli şeylere inandırılacak olması, kuzey kore'dekilerin durumuna azıcık da olsa benzemez miydi?

"koreliler davranışlarında aşırıya kaçar. toplum içindeki hareketleri bu şekildedir, ve bu uzun süredir kültürlerinin bir parçasıdır. büyük acı ve tasa gösterileri, çığlıklar, yerde kıvranışlar ve dramatik öfke nöbetleri toplumca kanıksanmış kederlilik süreçlerinin bir parçasıdır.

özellikle toplumca stoacılığa gösterdikleri ilgi göz önüne alındığında, bu durum oldukça ilginçtir. yüzyıllar boyunca cefa çekmiş, etraflarındaki tüm toplumlar tarafından defalarca tokat yemiş, ancak tüm bunlara rağmen milletçe ve toplumca bütünlüğünü korumayı başarmış olmaktan gurur duyarlar (bu fikir birazcık kuruntu, ancak birazcık da doğru... an itibariyle neredeyse 80 yıldır ağızlarına sıçılıyor, ancak en azından güney kore'nin durumu fena değil).

önemli bir ayrıntı; bu videoların piyongyang'da, kuzey kore'nin aldatıcı yüzünde çekilmiş olması. orada insanların bu şekilde yas tutması oldukça normal, çünkü piyongyang'da yalnızca yandaş işbirlikçiler yaşıyor. onlar da takip altında tutulan, hayatları boyunca beyinleri yıkanan ve sırf "işçi sınıfı cenneti"ni yaşadıkları için ekstra ücret alan insanlar.

ancak piyongyang, aynı zamanda meşum ve pinhan bir gerçeği de içinde yaşatıyor; tüm bu şaşaa ve sahtelik içerisinde, genç nesil yürekten inanıyor ki; "sevgili liderleri," doğaüstü şartlar altında doğmuş, tanrının oğluna benzer niteliklere sahip ve kendisini özel yapan bu güçleri zamanında japonları kovmak ve "amerikan köpeklerini" savuşturmak için kullanmaktan çekinmemiş bir imparator.

eski nesil kim il-sung güce kavuşmadan önceki yaşamın nasıl olduğunu biliyor ve kendisinin "süper güçleri" hakkında pek ikna olmuş değil; ancak "sevgili baba"larını devirmek için bir girişimde bulunmak şansına da sahip oldukları söylenemez. batıdan gelen tüm haberler sıradan insanlara sansürlenerek aktarılıyor ve kötü haberlerin üzeri örtülüyor.

güney kore'deyken her sabahın 9 ve 10'unda kuzey kore radyosunun korece ve ingilizce haberlerini dinlerdim. tüm iş arkadaşlarım propagandayı, "halktan mektuplar"ı ve kim jong-il'in yazılı "cevaplarını" kendilerinden geçmiş, mest olmuş bir halde dinlerdi. bu boktan gösteri asla şaşmaz; dahası, kuzey kore dünyanın en zengin ve özgür ülkesi olarak sunulurdu.

piyongyang halkı dünyanın geri kalanındaki gelişmelerden, dahası ülkenin geri kalanında görülen açlık, gaddarlık ve yaşam savaşından izole edilmişti. sırf bu bile hükümet için kolayca kandırılmaları için yetecekken; buna bir de partizanlık yapmaları için para aldıklarını ve zevk-ü sefa içinde yaşama sebeplerinin bu olduğu gerçeğini ekleyin. yalnızca beyinleri yıkanmıyor, bir baba gibi görmeleri gerektiği öğretilen adamın da sevgisini kazanıyorlar.

daha fazlası için "stockholm sendromu"nu inceleyin. bu insanlar senin benim kadar aklıselim ve rasyoneller. yalnızca kendilerine sunulmuş olan "gerçek"ler ve tarihsel olaylar bütünü birazcık farklı. tümü nihayetinde bir bakış açısı meselesi. onların konumunda olsaydınız, siz de farklı davranmazdınız."

13 Aralık 2011 Salı

statik yabancılık

"stonehenge'e gittim, gelicem" şeklinde bir mektup yazıp odasında masanın orta yerine bıraktıktan sonra, yüzmilyonlarca eşya arasından hangisini alması gerektiğine karar veremeyip çantasını toparlayamadı. mektubu bi kenara saklayıp biraz daha uyumaya karar verdi.

yatağında dönüp dönüp, biraz daha dönerken "uyuma isteği ile uyumanın gerçekleşmesi direkt olarak mümkün olsaydı, dünya çok daha güzel bi yer olurdu" diye aklından geçirdi. ne bileyim evrim sürecimiz sonucunda on-off tuşu filan geliştirmiş olsak fena olmaz diye düşünüyordu sanırım o da; uyuma zorluğu çeken, hayalgücü körelmemiş, ortalamanın üzerinde filan olan her birey gibi.

kafayı toparlamak için uzaklara gitme fikrini uygulamaya çalışmak bile kafayı başlı başına kapasitesinin üzerinde dolduracak bir aktiviteymiş aslında; stonehenge yerine machu picchu mu yapsak yoksa, dedi: nasıl olsa, herhangi bir yeri yoktu ayırtılmış olarak bir ulaşım aracı üzerinde. "ulan spontane bir şekilde oralara mı gidilirmiş, sen bakkala bile planlamadan gidemezsin" diye içsesten sövgüler yedi. yattığı yerde tüm bunları düşünürken bakkala gidip bir sigara alıp gelmek en mantıklısı dedi.

"stonehenge'e gittim gelicem" yazısını, "bakkala sigara almaya gittim, beklemeyin ama gelcem" yazısı ile değiştirdi. dışarıya çıktı, sigarasını alıp gelmişti, iki üç dal arka arkaya içti hâlâ uykusu yoktu. masanın üzerine yazı duruyordu ama o evdeydi. evden çıkmadan önce yazıyla fotoğraf çekilmeyi düşündü, vedalaşacak bir kişi bile evde yoktu ama, vedalaşmak bu tarz durumlarda en mühim ihtiyaçtı. kağıtla vedalaşılırdı işte ya nedir yani, kimse görmeyecekti zaten.

bir kağıtla yaşanabilecek en muhteşem vedalaşmalardan birini yaşamamıştı elbet ama; kendi çapında mütevazi bir vedalaşmayla boynu bükük kalmayacak şekilde bırakmıştı onu. sigara almaya kısmına kadar olan parçayı yırttı, arkasından insanları gülümsetmek isterdi belki ama gizem yaratmak daha cazip geldi. yarısı yırtık bi kağıdın var olan yarısında "gittim, beklemeyin ama gelicem" yazısı, göze hoş geldiği kadar söyleyince kulağa da hoş geliyordu. hayatında hiçbir zaman gizemli olamamıştı zaten, çıkacağı bu yolculuktan belki yıllar sonra dönecekti, şurada bir iki gizem yarataydı da tadını çıkaraydı, bunu ona çok görecek değildi ya kimse.

"sigara almaya" yazısını pantolonunun sağ göt cebine katlayıp koydu, kağıttan bir parça gittiği yere kadar onunla gidecekti. bir daha yatağa yattı, machu picchu-stonehenge bunları düşündü, aslında sadece yabancıdan sayılacağı kadar uzağa gitmek gayet yeterliydi; tüm bu çabaların ne gereği vardı. bu çabaların anlamsızlığı görünce kendi kendine bir an çok sevimsiz geldi: gereğinden fazlasını isteyenlerden biriymiş gibi hissetti.

gözleri kapanırken tek düşündüğü kendisini yabancı hissetmek için herhangi bir yere gitmesinin gereğinin olmadığıydı. yolculuk için çanta toplama işlemi diye yaptığı şey aslında şu an için sadece odayı dağıtmak olmuştu şu an gözünde, uyanınca toparlardı, sigaradan son nefesini aldıktan sonra sigarayı söndürmek üzere karanlıkta küllüğü buldurmaya çalıştı. söndürme işlemi başarıyla gerçekleşmiş ve üzerinden zor uyuyan birinin içinin geçmesine yetecek kadar süre geçmişti ki, zilin ısrarla çalmasından gelen ses, tüm kafa sikiciliğiyle beyninin içinde yankılanmaya başlamıştı. üstüne geçirdiği hırka, ayaklarına geçirdiği terlikle; uyku sikilmesinin, yabancı hissetmek için yeterli olduğunun farkına vardı, kim basıyorsa basıyordu açmayacaktı; umursamazca, raftan rastgele bi kitap aldı. zile basmalar bittiği an rastgele bir sayfa açıp okumaya başladı.

12 Aralık 2011 Pazartesi

eski bi bar öyküsü, yarım kalmış

(üniversite hayatım boyunca derslerde yazdığım yüze yakın (evet) öyküyü kendi bloguma geçiriyodum. içlerinden en çok bunu bulduğumda sevindim. yazdığımda çok hoşuma gitmişti çünkü. şimdi, daha nesnel bir inceleme yapmayı başarınca, o kadar beğenmedim; içinde epey bir hata buldum ve yine de düzeltmeye kıyamadım. olsun.  o zamanlar aşırı derecede paul auster etkisinde kalmıştım. tapıyordum auster'a.

öykücük ne yazık ki yarım kalmış. tahminimce dersin birinde yazmaya başlayıp sonrasında unutmuşum. bu yüzden hiç okumamayı seçebilirsiniz. bir yere varmıyo ne de olsa.)

Adını şimdilerde çoktan unuttuğu bir barda, tadını asla unutamayacağı birasını yudumluyordu. Aslında bu mekana sık sık gelirdi; bazen akşamüstü iş çıkışında, bazen haftasonları kendisini evden dışarı atmak istediğinde; yazın ve kışın; sevinçli, üzgün, kızgın, pişman ve çoğunlukla hayatın kendisine verdiği tüm şeylerden bıkkınken; maaşını henüz aldığında ya da cebinden tek bir içki parası çıkarmak için zorlandığında; değişmeyen tek şeyse yalnız oluşuydu. Barı ve barmeni, içkisini bir zamanlar bolca izlediği Amerikan filmlerinde yapıldığına sürekli tanıklık ettiği gibi "her zamankinden!" diyerek isteyebilecek kadar iyi tanıyordu. Ancak kendi "her zamanki"si yetmiş santilitrelik biradan başka bir şey olmadığından, bunu yapmaya bir türlü cesaret edememişti. Zaten barmenle göz aşinalığı kurduktan bir zaman sonra da, hiçbir şey söylemesine gerek kalmadan önüne getirilmeye başlamıştı içkisi.

O geceki beşinci, hayatınınsa kimbilir kaçıncı yetmişliğini devirdikten sonra tuvalete gitme ihtiyacı duydu. Merdivenden inip kendisini içeri attı ve doğru kapıdan girip girmediğinden emin olmadığı için ruhunu hafif bir tedirginlik duygusu kapladı. Bu duygudan kendisini kurtarmasıysa ancak kabine girip aşina olduğu "ARA BENİ BOYA BENİ: 05..." ve benzeri yazıları görmesiyle mümkün oldu, çünkü buranın tuvaletlerinde pisuvar yoktu. Böyle şeyleri yazanların ruhsal durumlarını kafasında kurgularken çoktan ellerini yıkamaya başlamıştı bile. Sonra titreyen sağ elinin basit bir hareketiyle suyun sesini kesti, düşünceleri de bu sesi takip ederek hiçliğe doğru yol aldı; öyle ki, ayakları merdivenlere vururken kafasının boşluğu canını acıtıyordu. Gözleri neredeyse tamamen kapalı ve acıdan kıvranır bir halde son basamağı da geçtiğinde, zihni yeniden canlandı, barmene doğru ilerlerken sağ arka cebinden cüzdanını çıkardı, nihayet tezgaha vardı ve önceden hazırladığı parayı hızla üzerine koydu. Barmene, belirli-belirsiz bir selam vererek bu defa kapıya yöneldi, hedefine ulaşmasına birkaç adım kala ise hiç beklemediği bir şey oldu.

"Serkan, Serkan!" Çok iyi tanıdığı ve kaynağını hemencecik kafasında canlandırdığı bu ses, ısrarla ismini tekrarlıyordu. Başını çevirip yanılmadığını fark ettiğindeyse yüzünde şaşkınlık, sarhoşluk ve mutluluk dolu bir gülümseme oluştu. Gecenin monotonluğunu bozan bu adam, yıllardır görüşemediği eski dostu Taygun'dan başkası değildi. Şimdi ona doğru yönelmiş ve bakışlarını üzerine dikmişken; hafızasının derinliklerinden onunla ilgili anıları da bir bir çıkarıyordu. Karlı bir kış gecesi, meteliğe kurşun atmışken karşılarına çıkan terk edilmiş bir eve sığınmış, içeride insan iskeletleriyle karşılaşmışlardı. Bir şekilde polise haber vermeyi planlarken içeriye birilerinin girdiğini duymuş, evin en karanlık köşesine sinmişlerdi. Sesler kesilip kapı üzerlerine kapanıncaysa yepyeni iskeletlerle karşılaşıp çığlıklar içinde bir oraya, bir buraya koşturmuşlardı. Tekdüze bir korku filmini andıran bu sahneyi, bir film eleştirmeni seyir şansı bulsaydı, şüphe yok ki oyuncuların performansına şapka çıkarırdı. O gece Serkan bulabildiği tek yatakta uykusuna yatmış, Taygun ise evin içinde soğuk ve bilhassa korkudan tir tir titreyerek dolanıp durmuştu. Ama bu yirmi yıl önceydi. Şimdi tekrar bir araya gelmişken, titremekten kendini alamayan, bu defa damarlarında dolanan alkolün etkisiyle Serkan'dı.

8 Aralık 2011 Perşembe

deklarasyon

merhaba, popüler olup olmamak sikimizde değil; kendimizin yazıp yine kendimizin okumasıyla ilgili bir şikayetimiz yok, teşekkürler.

kimyayı götünden anlayan adam: james tour


"atomlardan araba molekülleri yapıp satarak geçimimi sağlıyorum"
merhaba sevgili futbolseverler; bugün patolojik denebilecek bir vakayla karşınızdayım. vaka ben değilim, ben değilim, ben değilim lan. başlıktaki adam: james tour. yukarıda da resmi var. hala anlamadıysanız yuh.

eveeet, kim bu ceyms? "sentetik organik kimyager." molekülleri bilirsiniz. bunların bir de yapısal formülleri var. altıgen benzen oluyo mesela, falan filan. uzatmak istemiyorum. hah, şöyle:
"...thank your chemistry teacher."
şekildeki elbette ki kafein!
ceyms amca; kağıt üzerinin dışına çıkınca anlamlarını yitirmelerini bekleyeceğimiz bu şekillerden resimler çizmeye kasan birisi. arabalar çiziyor, adamlar çiziyor. tamam, kağıt üzerinde çizip orada bırakmasında bir sakınca yok; hani benim de sıkıntıdan kafayı sıyırdığım lab günlerinden birinde metil zincirlerinden adamlar çizmişliğim olmuştu; ancak bizimkisi bunları gerçek hayatta da sentezlemekle kafayı bozmuş. resssmen araba şeklinde molekülleri olan maddeler sentezliyo anlayacağınız. tam bir çılgın profesör. hayır yani dünyayı yok edecek bişey sentezleyecek yanlışlıkla. kendini düşünmüyosan başkalarını düşün. tübitak'ta temizlik departmanından bayram vardı rahmetli; hep derdi o; "moleğüllerinizi ortalıh yere bırahıyonuz, her yere ışıma yapıyo, sonra ben temizliyom" diye. bununla paralellik gösteren bir kaygı benimkisi. ama adamımız ruh hastası; orası kesin.


trivial bilgi: james tour ağır bir hıristiyan ve evrim fikrine karşı olduğunu her fırsatta belirtiyor. bu, en azından benim açımdan bu enteresan uğraşları açısından açıklayıcı oldu.


tour'un nanokid ve nanoathlete'i.
kafasına o şeyi geçirenin neden atlet sayıldığı konusunda
en ufak bi fikrim yok.

6 Aralık 2011 Salı

rastgele bilgiler / 06.12.2011

  1. havuçlar eskiden mor renkteydiler. sarı ve beyaz olanları da vardı, ancak baskın renk mordu. 17. yüzyılda hollandalı çiftçiler turuncusunu üretmeyi başardılar. mor havuçlar günümüzde hala mevcut, ancak tatları daha kötü olduğundan pek popüler değiller.[kaynak]
  2. ingilizler neden türkiye'ye hindi diyor? aslında, hindiye türkiye dediklerini söylemek daha doğru olur. zamanında bu garip hayvanlar kendilerine yabancı olan büyük britanya'ya türk tüccar gemileriyle geliyormuş. bu tüccarlar ingilizlerce "turkey merchant" olarak anılmaya başlayınca, kuşun adı da bir şekilde turkey olarak kalmış.[kaynak] (ek ve çok acayip bilgi: biz de sözkonusu kuşa hindi diyoruz elbette. şimdi hindistan'a gidelim. hindi dilinde hindi ne demek? peru. tahmin edebileceğiniz gibi, güney amerika'daki şu ülkeye de peru diyor bu adamlar. uzun lafın kısası, hindiler çaktırmadan dünyayı ele geçirmiş)[kaynak]
  3. gandhi çırılçıplak halde küçük kızlarla yatıyordu ve bazen onlarla sevişiyordu.[kaynak] ayrıca ülkesinde yaşayan zencilerden nefret ediyordu.[kaynak]
  4. karınca kolonileri arasında kölelik, sıkça görülebilen bir durum.[kaynak]
  5. pacman amerika'da piyasaya sürüleceği zaman ilk kararlaştırılan ismi puck man'miş. ancak genç neslin p'yi f'ye çevirip geyik malzemesi yapacağından korkan amerikan dağıtım şirketi, şimdiki ismi uygun görmüş. iyi ki de yapmış.[kaynak]
  6. şarlo'dan bıkmadım. bir defasında o dönemlerde popülerleşen charlie chaplin benzerleri yarışmasına katılmış ve finale bile kalamadan elenmiş.[kaynak] benzer şekilde ciguli de savaş ay'ın program içinde düzenlediği ciguli benzerleri yarışmasına katılmış ve ancak üçüncü olabilmişti. bu ikincisi için kaynak bulamadım, ancak kaynak olmaya en yaklaşan şey, milliyet.com.tr slaytı.
  7. kaju kabukları zehirli. bu yüzden asla kabuklu halde satıldıklarını göremezsiniz.[kaynak]
  8. insanlarda da toksoplazmoz isimli bir hastalığa neden olan Toxoplasma gondii adlı parazit, farelere geçince zavallıcıkların davranışlarını değiştirerek normalde korktukları kedileri çekici bulmalarına neden oluyor. peki neden? çünkü parazitimiz yalnızca kedilerin mide & bağırsağında çoğalabiliyor (ana konağı kedi). bizi de kedilere yedirmenin bir yolunu bulsaydı eminim ki yapardı.[kaynak]
  9. ördeklerin yaşadıkları bölgeler arasında farklılık gösteren aksanları var.[kaynak]
  10. Turritopsis nutricula türü denizanaları, teoride sonsuza dek yaşayabiliyor.[kaynak] bir T. nutricula ırkçısı olarak her canlı ölümü tadacaktırla başlayan şu ayetten (al-i imran suresi, ayet 185) rahatsız olasım geldi.

4 Aralık 2011 Pazar

rastgele bilgiler / 04.12.2011

god save the queen.
  1. ispanya'da hayat kadınları, güvenlikleri için uyarı yelekleri giymek zorunda. hani şu fosforlu olanlardan.[kaynak]
  2. tavuk yumurtadan çıktı, çünkü modern tavuğun (modern tavuk ne saçma bi tamlama oldu lan) kırmızı ve gri hint kuşlarının melezi olduğuna inanılıyor.[kaynak]
  3. modern tarihteki ilk sigara karşıtı propaganda, nazi almanyası'nda yapıldı.[kaynak]
  4. aynı naziler 1920lerde partilerine para kazandırmak için anti-semit (evet, yanlış duymadınız) isimli bir sigara da üretmişti. [kaynak]
  5. dünyadaki insan popülasyonunun 1 milyara ulaşması, 200.000 yıl aldı. 1 milyardan 7 milyara çıkmasıysa 207 yıl.[kaynak]
  6. 1 milyar demişken, memelilerin ortalama yaşam süresi de tam 1 milyar kalp atışı kadar[kaynak] (spor yapınca nabzınız artıyo tabi, ama bu da dinlenirken kalbin daha yavaş çalışmasını sağlıyo).[kaynak]
  7. 15. yüzyıl avrupasının en fazla satan kitaplarından biri, aeneas sylvius piccolomini'nin yazdığı historia de duobus amantibus (iki sevgilinin hikayesi) isimli erotik romandı. bu noktaya kadar bi gariplik yok, ancak piccolomini sonradan papa olup II. pius ismini aldı.[kaynak]
  8. dünyanın en fazla filmde oynayan adamı ron jeremy'ymiş![kaynak]
  9. ününü oynadığı sessiz filmlere borçlu olan charlie chaplin'in enfes bi hitabet yeteneği var. aslında bu bi bilgi değil elbette ki lan. hayranlık göstergesi hesabı daha çok.[kaynak]
  10. su samurlarının uyurken birbirlerinden uzaklaşmamak için el ele tutuşmaları sık görülen bir durum. bu yüzden acayip sevimli görüntüler ortaya çıkabiliyor.[kaynak][resim][resim]

2 Aralık 2011 Cuma

rastgele bilgiler / 02.12.2011

  1. freddie mercury'nin, üzerinde kedilerinin resimleri basılı olan bir yeleği vardı. bu yelek kendisine bir doğumgününde arkadaşı donald mckensie tarafından hediye edilmişti ve ipekten yapılmıştı.[kaynak]
  2. bizim de kullandığımız miladi (gregoryen) takvimde 0 yılı atlanmış. yani m.s.1 yılından bir önceki yıl, m.ö.1 yılı.[kaynak]
  3. her yıl 14 insan, erkek yunusların tecavüz girişimine maruz kalıyor. bu vakalar arasında toplu tecavüzler de var.[kaynak]
  4. avusturya'da 104 kişinin ikamet ettiği, fucking adlı bir köy bulunuyor. tabi bu isim, bazı ilginç olayların yaşanmasına neden oluyor. köyü gösteren tabelalar sürekli olarak çalınıyor. ayrıca turistler bu tabelaların önünde sevişerek fotoğraflar ve videolar çekiyor. köylülerden biri "I like Fucking in Austria" tişörtleri bastırmaya başlamış, ancak ahalinin tepkisiyle karşılaşınca buna son vermek zorunda kalmış. 2008 kasımında, köyde "festival of the fuck bands" adında bir müzik festivali düzenlenmiş. katılan gruplar mı? fucked up, holy fuck, fuck ve fuck buttons.[kaynak]
  5. ördek bezi diye bir şey var. evlerinde ördek besleyen insanlar kullanıyor bunları.[kaynak]
  6. at kondomu diye bir şey var. iyi de kim takıyo lan bunları atlara?![kaynak]
  7. süpermen, ilk çizgi romanında uçamıyordu, ancak zıplayarak uzun mesafeler kat edebiliyordu.[kaynak]
  8. 2007 yılında çin hükümeti bir yasa çıkararak tibetli ruhani liderlerin hükümetten izin almadan reenkarne olmasını yasakladı.[kaynak]
  9. amerika'da her yıl tecavüze uğrayan on binlerce siyah kadının -birkaç istisna dışında- tümünün tecavüzcüsü siyah. bir başka deyişle; beyaz erkekler siyah kadınlara tecavüz etmiyor.[kaynak]
  10. seyreltildiğinde ve oksijene maruz kaldığında bal, hidrojen peroksit (oksijenli suyun içindeki madde) oluşturmaya başlıyor ve bu yüzden de iyi bir antiseptik. açık yaralara sürüldüğünde vücut sıvılarıyla karışıp seyrelmeye başladığı ve gerekli oksijeni de açık havadan alabildiği için antiseptik özellik göstermesi için gerekli şartlar sağlanmış oluyor.[kaynak]

1 Aralık 2011 Perşembe

todesengel de ağlamış mıydı hiç?


 josef mengele'yi biliyoruz, josef mengele'yi tanıyoruz. dünya tarihinin en sıradışı figürlerinden birisi olan bu adam, aynı zamanda dünya tarihinin en insanlık dışı deneylerini gerçekleştirmişti. bilmeyenler için; holokostun en yetkili olmasa da, en bilindik doktoruydu o. bu ruh hastası çok ilgimi çektiğinden, kendisine ilişkin oradan buradan derlediğim bilgilerle, genel bir portresini çizmek istedim.
  • mengele doktorasını münih üniversitesi'nde yaptıktan sonra, pek şanlı doktor otmar freiherr von verschuer'in* yanında asistanlık yapmaya başlamış. peki hangi bölümde? "kalıtsal biyoloji ve ırksal hijyen.**" nazi almanyasında ırkçılığın bilim dallarına etkisi takdire şayan.
  • auschwitz'e kendi isteğiyle katıldı. hem nazizmi desteklediğinden, hem de toplama kampı hayalindeki deneyleri gerçekleştirebilmesi için biçilmiş kaftan olduğundan yaptı bunu.
  • todesengel, yani "ölüm meleği;" kendisine durup dururken uygun görülmüş bir lakap değil. bu sıfat, denek olarak kullandığı çocukların afedersiniz ebesini sikmeden önce, onlara son derece nazikçe davranması, güler yüz göstermesi, onları şekerlerle beslemesi ve bunlara benzer birtakım hareketlerde bulunması nedeniyle uygun bulunmuş, ki cuk oturmuş. "çocuklar ölsün, ama öncesinde şeker yiyebilsinler" mottosu gütmüş bir şahsiyet.
  • tıpkı verschuer gibi o da ikizler burcuydu üzerinde "çalışmaktan" bambaşka bir haz duyuyordu; bir defasında bir çift tek yumurta ikizini alıp birbirine dikerek yapay siyam ikizleri üretmeye çalıştı. çocukcağızların ellerinin dikiş yerleri fena biçimde iltihaplandı ve nihayetinde kangren oldular.
  • yine tek yumurta ikizleri üzerinde yapmaya bayıldığı bir başka deneyde, birinden aldığı kanı öbürüne naklederek üzerlerindeki değişiklikleri gözlemeye çalışıyordu. ancak elinin ayarı bozuk olduğundan her seferinde kan aldığı bebeği kan kaybından öldürmeyi başarıyordu şapşal.
  • ikizler üzerinde yaptığı deneylerde bir deneği kaybederse, ötekisine gaz odası yolları gözüküyordu. ne de olsa ihtiyaç duyulmuyordu kendisine artık.
  • kendi dünyasının tanrısıydı; kampa yeni katılanların kaderlerini bir bakışıyla tayin ediyor, huzursuzluk çıkaranları ölüm kuyruğunda başlara yerleştiriyordu. yüksek sesle ağlayan bebekleri diri diri yaktığı bile oluyordu. öte yandan rastgele olduğu tahmin edilen bir seçimle, bazılarının da yaşamasına izin veriyordu. auschwitz tutsağı alex dekel'in ağzından: "mengele'nin ciddi bir iş yaptığına inandığını asla kabullenemedim. o yalnızca gücünü kullanıyordu. bir kasap dükkanı işletiyordu – ciddi operasyonları anestezisiz gerçekleştiriyordu. bir defasında bir mide operasyonuna tanıklık ettim – mengele mideden parçalar kesiyordu, ancak anestezik kullanmadan. başka bir gün, bir kalbi yerinden söküyordu – yine anestezisiz. korkunçtu. mengele, kendisine verilen güç nedeniyle çılgına dönen bir doktordu. kimse onu öldürdükleri için sorgulamazdı. ölülerin sayısı tutulmadı. (...)"
  • ikizler haricindeki belki de en büyük tutkusu, fiziksel anomalileri incelemekti. özellikle o sıralarda avrupa'yı dolaşıp çeşitli gösteriler yapmakta olan ovitz ailesi'nin [resim] üzerinde yaptığı incelemeler bahse değer. ovitzgillerden elizabeth'i alıntılayacak olursak: "en korkunçları, jinekolojik deneylerdi. bizi masaya bağladılar ve işkence başladı. uterusumuza enjeksiyonlar yaptılar, kan aldılar, içimizi kazıdılar, delik deşik ettiler ve örnekler aldılar. çektiğimiz acıyı kelimelere dökmek mümkün değil, üstelik deney bittikten günler sonra bile süregelen bir acıydı bu." enteresan ama, mihver devletlerinin savaşı kaybetmesinin ardından ovitzler kurtuldu. tam yedi ay boyunca cehennemi gördüler.
  • sayısız deneylerinden birisi, insanların göz renklerini değiştirmek üzerineydi. bunun için seçtiği belli başlı kimyasal maddeyi deneklerinin gözlerine damlatıyor; tüm bunlar deneğin kör kalmasıyla sonuçlanıyordu.
  • yaptığı cinsiyet değiştirme operasyonlarının kesik cinsel organlar ve cansız bedenlerle sonuçlanması kimseyi şaşırtmamıştır, eminim.
  • savaş sona erince, odessa aracılığıyla ülkeyi terk ederek çoğu nazi savaş suçlusunun yaptığı gibi güney amerika'ya kaçtı. uruguay'da evlendi. almanya'dan gelen yardımlar sayesinde rahat bir yaşam sürdü. mossad tarafından yeri tespit edildi, ancak planlanan operasyondan birkaç gün önce josé mengele adıyla paraguay'a kaçtı. 1979'da brezilya'da bir kumsalda ölü bulunduğunda 67 yaşındaydı. atlantik okyanusu'nda yüzerken boğulmuştu. sonradan yapılan açıklamalarda, mossad'ın kendisiyle pek ilgilenmediği ileri sürüldü.
  • her ne kadar elde ettiği verilerin çoğu imha edilmiş olsa da, canlı insanlar üzerinde dilediği gibi at koşturma fırsatı bulmuş birinin bilim dünyasına katkıda bulunmaması da imkansız olurdu. örneğin uzay seyahatlerinin ilk kez denendiği yıllarda, insan vücudunun çeşitli koşullar karşısındaki (sıcaklık, basınç vs.) limitleri hakkında kendisinin verilerinden yararlanıldı. hipotermi (vücut sıcaklığının düşmesi, kabaca ateş düşmesi) üzerinde yaptığı çalışmalardan da patolojide faydalanıldı. yine ikizler üzerinde yaptığı çalışmalar da, ismi üzerinde durulmadan bilimsel literatüre geçmiştir. 
  • ne kamptaki, ne de sonrasındaki yaşamı boyunca pişmanlık belirtisi göstermedi. tüm yaptıklarının bilim adına olduğuna yürekten inanmıştı. auschwitz sonrası yaşamayı seçtiği sakin hayat da bunun göstergesi gibi. sıradan bir insanın ne hale gelebileceğini görebilmek için, milgram deneyi
  • ne göz atmanızı tavsiye ederim.

30 Kasım 2011 Çarşamba

gurur tablosu

ashjdgksh.

nuke strikes twice


eminim ki bugüne kadar tsutomu yamaguçi ismini hiç duymadınız, bu yüzden hemen şimdi yüksek sesle tekrar edin. farkındaysanız, son zamanlarda nasılsa her yazıya sıkıştırmayı başardığım iğrenç esprilerimin sonuncusunu okudunuz.

"ne diyo bu amk liselisi yaa"
 tsutomu yamaguchi, isminden de anlayacağınız üzere; çekik gözlü, ufak ayaklı, muhtemelen ufak çüklü, kısa boylu, olabildiğince kibar ve sushi'ye bayılan birisiydi; kısacası bir japondu. tüm bu özelliklerinin yanında öyle bir başka özelliği vardı ki; bu da onu dünya tarihi üzerinde yaşamış olan tüm insanlardan; senden, benden ve diğerlerinden bambaşka bir yere koyuyordu. onun gibisine rastlanmadı, uzuuuuuuun bir süre de rastlan(a)mayacak olsa iyi olur. kötü birisi olduğundan değil, açıklıycam, müsade edin azıcık.

1945 yılının yazında little boy, paul tibbets tarafından hiroşima'ya atıldığında yamaguchi de oradaydı. aslen nagasakili de olsa, üç aylık bir iş gezisi nedeniyle seyahate çıkmış olması kimseyi şaşırtmazdı, değil mi? çalışkan millet ne de olsa bu japonlar; yaz-kış dinlemeden işlerinde güçlerinde / her daim yetmiş beş karınca gücünde / belki işin sırrı o çekik gözlerinde / maybe it's maybelline / sonunu bağlayamadım, inanın değil elimde. bizimkisi 6 ağustos günü tam da memleketine dönmeyi planlıyordu; birkaç arkadaşıyla tren istasyonuna yürürken hankosunu* almayı unuttuğunu fark etti. geri döndü.

gelin bundan sonrasını, kendi ağzından dinleyelim: "hava açık ve sakindi, sıradışı hissetmenize neden olacak hiçbir şey yoktu. kendimi iyi hissediyordum. yürürken bir uçak sesi duydum; yalnızca bir tane. gökyüzüne baktım ve B-29'u gördüm. içinden iki paraşütçü atladı. onları izliyordum; derken magnezyum flaşına [resim] benzeyen büyük bir flaş patladı gökyüzünde; ve havaya uçtum."

"kocamandı lan, yeminlen."
zavallıcık bayılmıştı. bilinci yerine geldiğinde öldüğünü düşündü. bacaklarını hareket ettirebildiğine şaşırdı. çevresine bakınınca ilk fark ettiği, hepimizin zihninde hiroşima'yla özdeşleşmiş olan, şu mantar şeklindeki duman bulutu oldu. gökyüzünü esir almıştı bulut. kıpırdamıyor, ancak gitgide büyüyordu. kaçtı tsutomu. önce bir sığınağa vardı. geceyi orada geçirdikten sonra, memleketi nagasaki'ye tahliye edildi.

yaralarına rağmen, yalnızca bir gün geçirdi hastanede (yalnız adamlardaki azme bakar mısınız, sen kafana atom bombası ye, iki gün dinlenip hiçbir şey olmamış gibi devam et). ertesi gün iş başı yapmıştı bile. sabah 11 sıralarında patronuyla konuşuyordu:
- hafta sonu ne yaptın?
- ya atom bombasını izledim, ama efektler daha iyi kullanılabilirmiş bence, hem bir de havada mantar mı asılı kalır m.nakii, bi de güzelim hankomdan oldum o dalgınlıkla. sen?
- hiiç, evde oturup daifugō oynadım bizimkilerle.
- en iyisini yapmışsın patron... gibisinden diyaloglar hayal edin işte. o sıralar japonlar neler yapar, nelerden hoşlanır bilemem. siz?

tam bu sıralarda, tsutomu'ya yine bir B-29 musallat olmuştu. büyük bir patlama duyuldu... ve her şey başa döndü. bu kez yara bile almamıştı adamcağız. kalktı, ailesinin yanına koştu, ilginçtir ki onlar da kurtulmuştu. bunu sake içerek kutladılar. tamam, sonu böyle olmayabilir, ancak bir hafta süren ateş ve mide bulantısından sonra, adamımız tam olarak sağlığına kavuşmuştu bile. inanmıyorsanız, 50 yaşına dek sigara ve alkol tüketmesine rağmen (ben olsam ben de tüketirdim lan) bu dünyada tam 93 yıl boyunca nefes alıp verdiği gerçeğini de hesaba katarak bir kez daha düşünün.

bütün bunlardan ötürü tarihte çığır açmış olan bu şahsiyet, savaştan sonra ne mi yapmış? nagasaki'deki amerikan güçleri için tercümanlık. tüüüü. kalıbının adamı değilmişsin tsutomu. adam değilmişsin, adam.

"fuck bitches, get money."
üzüldüm şimdi bak.

* imza yerine kullanılan, kişiye özgü damga.

29 Kasım 2011 Salı

22 Kasım 2011 Salı

mutsuz olma hakkı

ortada bi bant kopması durumu bariz, ne kadar derine insem de tam manasıyla o bandın nerede, nasıl, niye koptuğunu bilsem bile artık eskisi gibi olamayacağını biliyorum; kurcalamak çözmek de istemiyorum. zaten bant da git gide her bir yerinden kopa kopa, düzeltilebilecek aşamayı çoktan geçti. belki de şu anki(şu an dediğim bir kaç senedir sürüp gelen bir "şu an süreci" bu) geldiğim boşvermiş tavırlarım hep içimde bir yerlerde zaten hep vardı, en başından beri; sadece ortaya çıkışı zaman aldı.

üzgünüm ama; büyüyorum ve gördüğüm şey:
yaşadığımız hayatın boşuna sayılmaması için, belli kriterlere ulaşmamız, o kriterlere ulaşmak için gerekirse, sabah akşam dilimize sakız edip yücelttiğimiz -güven gibi, arkadaşlık gibi- bazı kavramları feda etmemiz, bunlarla egomuzu doyurduktan sonra, hiçbir şey olmamışçasına yola devam etmemizdir.
önümüze çıkan herbir küçük egoyu yutup hepsi için bonus puanlar toplayıp daha da büyüyeceğiz. olabileceğimizin en büyüğü olmalıyız. ha önceden biz de yutulmuş olabiliriz, ama sorun değil biz de birilerini yutmalıyız, hem daha önce yutulmuş olmamız, bize bu yutuşlarımızda haklı gerekçeler sunacak olup, vicdanımızı rahat tutmamızı sağlayacaktır.

ya da bunları yapmayıp -belki de yapamayıp- ya da artık yapmak istemeyip,
hiçbir şey olamayan, bantı kopuklardan, toplumun omzundaki yüklerden sayılacağız.
e ama hani "bir insanın tek başına mutlu olması utanılacak bir şeydi?".
ego tatminiyle gelen o bireysel mutluluklar, mutluluk muydu harbiden be?






dipnot:
yazmak için bence bir kaç sene geç kalmış olduğum bu yazıyı,
kafamda toparlamak için
sanki şu şarkıyı duymayı beklemişim:
http://fizy.com/#s/16cykb

işbu yazıda hedefimde:
ben -kendim- vardım,
sen vardın,
o vardı,
biz hayli hayli vardık,
ama siz de vardınız,
tabii ki en çok onlar vardı.
geldiğimiz noktada hepimiz vardık amına koyayım işte.

of what was everything?

müziğini yarım yamalak dinleyerekten, sözlerine dikkat etmeden bir şans verip "iyi değilmiş lan bu, sevemedim" dediğim günlere yanarım yanarım, pearl jam'in malum şarkısı black için.
resmen o günden, "lan ben bu şarkıya nasıl haksızlık etmişim" şeklinde düşünmeye başlamamla durumun farkına vardığım güne kadar, bir evrim sürecindeymişim de farkında değilmişim diye düşünürüm, şimdi durup da şöyle bi uzaktan bakınca, durup da bi "n'apıyorum ki ben" diyince.

n'aptığımın farkında mıyım peki? pek sanmıyorum, yaşandığı tarihten uzaklaşıldıkça daha anlaşılabilir oluyor bazı günler, ama zaman geçmiş oluyor; yapacak pek de bir şey kalmıyor ellerimizde. hem zaten o kadar da takılmamak lazım nitekim farkında olmanın da pek bi getirisi olamıyor sanki.

der ve sözü eddie vedder abime bırakırım.

20 Kasım 2011 Pazar

en sevdiğim 100 şarkı listesi

bi ara yine başlamış gibi olmuştum ama tek tek şarkılar hakkında yazı yazmakla uğraşamıycam, burada bulunsun, ne de olsa kimse okumuyo lan, zararı yok:

100. far behind - candlebox - candlebox (1993)
99. cars - gary numan - the pleasure principle (1979)
98. here comes your man - pixies - doolittle (1989)
97. midnight city - m83 - hurry up, we're dreaming (2011)
96. crystalised - the xx -  xx (2009)
95. blister in the sun - violent femmes - violent femmes (1983)
94. thick as a brick part 1 - jethro tull - thick as a brick (1972)
93. somebody to love - jefferson airplane - surrealistic pillow (1967)
92. rainbow in the dark - dio - holy diver (1983)
91. too drunk to fuck - dead kennedys - fresh fruit for rotting vegetables (1980)
90. pretty in pink - the psychedelic furs - talk talk talk (1981)
89. my sacrifice - creed - weathered (2001)
88. gypsy road - cinderella - long cold winter (1988)
87. killing in the name - rage against the machine - rage against the machine (1992)
86. girl anachronism - the dresden dolls - the dresden dolls (2003)
85. sowing season - brand new - the devil and god are raging inside me (2006)
84. silent lucidity - queensrÿche - empire (1990)
83. lightning crashes - live - throwing copper (1994)
82. december flower - in flames - the jester race (1995)
81. last nite - the strokes - is this it (2001)
80. your ex-lover is dead - stars - set yourself on fire (2004)
79. spanish bombs - the clash - london calling (1979)
78. I live off you - x-ray spex - germ free adolescents (1977)
77. two tickets to paradise - eddie money - eddie money (1977)
76. sour times - portishead - dummy (1994)
75. destroy everything you touch - ladytron - witching hour (2005)
74. standing next to me - the last shadow puppets - the age of the understatement (2008)
73. I wanna be sedated - ramones - road to ruin (1978)
72. poison - alice cooper - trash (1989)
71. run - snow patrol - final straw (2003)
70. made of stone - the stone roses - the stone roses (1989)
69. cheap and cheerful - the kills - midnight boom (2008)
68. baba o'riley - the who - who's next (1971)
67. longview - green day - dookie (1994)
66. lump - the presidents of the united states of america - the presidents of the united states of america (1995)
65. why bother - weezer - pinkerton (1996)
64. brand new sun - jason lytle - yours truly, the commuter (2009)
63. again I go unnoticed - dashboard confessional - the places you have come to fear the most (2001)
62. love will tear us apart - joy division - substance (1988)
61. holland, 1945 - neutral milk hotel - in the aeroplane over the sea (1998)
60. send me an angel - scorpions - crazy world (1990)
59. bound for the floor - local h - as good as dead (1996)
58. pretty noose - soundgarden - down on the upside (1996)
57. hey jealousy - gin blossoms - new miserable experience (1992)
56. heroin - the velvet underground - the velvet underground & nico (1967)
55. gimme shelter - the rolling stones - let it bleed (1969)
54. cum on feel the noize - quiet riot - metal health (1983)
53. in the aeroplane over the sea - neutral milk hotel - in the aeroplane over the sea (1998)
52. hunger strike - temple of the dog - temple of the dog (1991)
51. caligulove - them crooked vultures - them crooked vultures (2009)
50. sunshine smile - adorable - against perfection (1993)
49. what's my age again? - blink-182 - enema of the state (1999)
48. 18 and life - skid row - skid row (1989)
47. soul meets body - death cab for cutie - plans (2005)
46. too young to fall in love - mötley crüe - shout at the devil (1983)
45. fade to black - metallica - ride the lightning (1984)
44. lethe - dark tranquillity - the gallery (1995)
43. paranoid - black sabbath - paranoid (1970)
42. more than words - extreme - extreme II: pornograffitti (1990)
41. more than a feeling - boston - boston (1976)
40. don't I hold you - wheat - hope and adams (1999)
39. the crown of leaving - lacrimas profundere - memorandum (1999)
38. I turned into a martian - misfits - walk among us (1982)
37. new dawn fades - joy division - unknown pleasures (1979)
36. anarchy in the u.k. - sex pistols - never mind the bollocks, here's the sex pistols (1977)
35. answering machine - the replacements - let it be (1984)
34. down in a hole - alice in chains - dirt (1992)
33. paranoid android - radiohead - ok computer (1997)
32. machinehead - bush - sixteen stone (1995)
31. mr. jones - counting crows - august and everything after (1993)
30. die young - black sabbath - heaven and hell (1980)
29. celestica - crystal castles - crystal castles II (2010)
28. dust in the wind - kansas - point of know return (1978)
27. adorer and somebody - lacrimas profundere - burning: a wish (2001)
26. fade into you - mazzy star - so tonight that I might see (1993)
25. go your own way - fleetwood mac - rumors (1977)
24. I surrender - rainbow - difficult to cure (1981)
23. wasted years - iron maiden - somewhere in time (1986)
22. sleeping (in the fire) - w.a.s.p. - w.a.s.p. (1984)
21. piece of my heart - big brother and the holding company - cheap thrills (1968)
20. one more cup of coffee - bob dylan - desire (1976)
19. disarm - the smashing pumpkins - siamese dream (1993)
18. there is a light that never goes out - the smiths - the queen is dead (1986)
17. still remains - stone temple pilots - purple (1994)
16. river of deceit - mad season - above (1995)
15. god save the queen - sex pistols - never mind the bollocks, here's the sex pistols (1977)
14. starman - david bowie - the rise and fall of ziggy stardust and the spiders from mars (1972)
13. I wanna be somebody - w.a.s.p. - w.a.s.p. (1984)
12. hallowed be thy name - iron maiden - the number of the beast (1982)
11. nightrain - guns n' roses - appetite for destruction (1987)
10. bohemian rhapsody - queen - a night at the opera (1975)
9. wish you were here - pink floyd - wish you were here (1975)
8. laid - james - laid (1993)
7. no rain - blind melon - blind melon (1992)
6. corduroy - pearl jam - vitalogy (1994)
5. maps - yeah yeah yeahs - fever to tell (2003)
4. the temple of the king - rainbow - ritchie blackmore's rainbow (1975)
3. nutshell - alice in chains - jar of flies (1994)
2. sweet child o' mine - guns n' roses - appetite for destruction (1987)
1. black - pearl jam - ten (1991)

not: aynı gruptan zibilyon tane şarkı almamaya çalıştım. şarkılara link eklemeye üşendim. hepsi bu

12 Kasım 2011 Cumartesi

yazamamak

merhabalar efendim. bu yazı boyunca da belirgin bir şekilde göreceğiniz gibi, yazma yetimin neredeyse tamamını kaybettim. nereye gitti, kime sorulur, nereden bulunur; inanın hiç bilmiyorum. tek emin olduğum, hayat verdiğim hiçbir cümlenin beni tatmin etmiyor oluşu. bu da beni minik bir depresyona soktu. yazmadıkça deliriyor, öte yandan yazmaya çalıştıkça da kendime sinirlenip darlanıyorum.

geçenlerde de yaklaşık bir saatlik hummalı bir karalayıp karalayıp silme ritüelinin ardından, biraz daha uğraşmak ile tası tarağı toplayıp nikaragua ya da ona benzer, tercihen ismini komik bulduğum bir ülkede kendime yepyeni bir sayfa açmak (hem belki o ülkenin dilinde yazabilirdim) arasında tereddütte kalmıştım ki, birden kafamda bir ampul yandı. blog'u olup da yazan tek kişi ben değildim ya; başka insanlar da tıpkı benim gibi içlerini döktükleri binlerce kişisel çöplüğe sahiptiler. peki ya ne yazıyordu kendileri? "cep telefonundan önce ne yapıyorduk?" gibi bir mana yükledim bu soruya ve araştırmaya koyuldum.

gerek ekşi sözlük'teki "sözlükçülerin blogları" başlığından, gerekse blogumuzu takip etme iddiasında bulunan üç-beş kişinin (hayranlarımız) takip ettiği (ancak hayranlık duymadığı) diğer bloglardan; kendime sekmeler dolusu incelenesi blog bulmuştum.

psödoentelektüellik zor zanaat. ancak çoğu yurdum insanı beceremiyor. iki satır wikipedia okuyup kendini konunun uzmanı olarak pazarlayabildiğin bir ortamda, çoğu bunu yapmaya bile üşeniyor. bu ellerinden gelmiyor, diyelim. yine de samimi olmayı deneyebilirler. zahir, onu da yapmaya niyetleri yok. kastıkça kasıyorlar, lakin sorun bu umutsuz çabaları değil, yapmacıklıklarını gizleyememeleri. sanırsınız ki ülkenin tüm sanatçı ruhlu insanları yapacak başka iş güç yokmuş gibi internete doluşmuş. "derin değilsin, entelektüel değilsin, sanatçı değilsin, eleştirmen değilsin, şair değilsin, yalnızca internet bağlantın var!"

dediğim gibi, iki satırı bir araya getiremeyen dimağlar hayatı çözme iddiasına girişmiş. ancak konumuz bu değil. konuyu kendimi beğenmişliğime getirecektim, fakat coştukça coştum, nereden bağlayacağımı bulamadım. sekme sekme yurdum blogları programını kendi kendime sunarken, sinsi bir narsisizm duygusu da ruhumu yavaş yavaş ele geçiriyordu. bu duygu, yazılanları okumamak için bin dereden su getirmemle, iyice su yüzüne çıktı (bin dereden getirdiğim suyun yüzüne hem de).

o sekmelere bakarken o kadar şımarmıştım ki, eminim o tavırlarımı görseydiniz budaklı meşe odunuyla kafama kafama vurmak isterdiniz. uydurduğum bahanelerden birkaç örnek verecek olursam:

yazı: "... bugünlerde kilo verme çalışmalarına ağırlık verdim..."
tepki: *cık cık* hayatta daha ilerideyim ben bundan, baksana kilo verme diyo, hem de ağırlık verme diyo, laf esprisi mi yapıyo anlamadım ki, ı-ıh yok gerek yok bunun yazısını okumaya... [sekmeyi kapat]

yazı: "geçtiğimiz günlerde falancanın senaryosunu yazdığı filanca isimli oyuna gittim."
tepki: gitmiştim ben o oyuna. benim hayatım bunun hayatını da kapsıyodur eminim ki. *klik* [sekmeyi kapat]

yazı: "torino-şikibomba yunaytıd maçları, taraftarlarının kalbinde her zaman için farklı bir yerdedir..."
tepki: [sekmeyi kapat]

yazı: yok. onun yerine envai çeşit siteden aşırılan rage comicler, videolar, gifler ve daha neler neler...
tepki: tumblr açsaydın ya birader? [sekmeyi kapat]

yazı: "bu haftasonu şunları şunları yaptım, bunları bunları yedim, bence hayat böyle bişey... ne garip vapurlar falan..."
tepki: teknoloji bize yaramıyo lan... [sekmeyi kapat]

gördüğünüz gibi, pek haklı bir neden uydurmama bile gerek yoktu. mala ve otomatiğe bağlayarak, gözlerim kısık, uykulu mu uykulu, kendi varlığımdan utanmasam ağzımdan salyaların akmasına dahi izin verecek bir şekilde -koltuğa da olabildiğince yamukça gömülerek- sekmelerin sonuncusuna geldim. hayır, burada hikaye ani bir dönüşe uğramayacaktı,  bu son sitede hayatın anlamını bulamayacaktım. bu bir amerikan filmi, peri masalı ya da popülist bir hikaye değildi. mutlu son yoktur. son, başlı başına bir mutsuzluk biçimidir. sekmeyi kapattım ve hayatın sıradanlığına geri döndüm.

5 Kasım 2011 Cumartesi

kişisel bir gol

ağzından çıkan kelimelerin toplamı bazen öylesine gereksiz bir noktaya gider ki, adeta kendi kalene o an farkında olmadan, yıllar boyu unutulmayacak bir gol atmış olursun. geri almanın imkanı olsa elbet alırsın ama; elinden bu konuda bir şey gelmez. açıklamaya çalışırsın; fakat, bir kere yanlış anlaşılacak sözcükler toplamını ağzından çıktıktan sonra ifade etmek istediklerinin onlar olmadığını anlatmaya çalışsan da, onlar ağzından çıkan sözcükler ve karşı taraf tarafından öyle anlaşılmış kelimelerdir, umarsızlık olur içine düştüğün.

bazen sevmediklerine bunu yaptığında bile "neden oldu bu" dersin. bazen sevdiklerine yaparsın, kafandan çıkmaz, ne yapacağını bilemezsin, belki de "Ahlâka dair bildiğin ne varsa futboldan öğrenmiş* lanet bir adamsındır" sadece, böyle saçma sapan bir gole benzetirsin durumu. güzel anları ve de her zaman her şeyi bok edebilme yeteneğinin farkında olup, kendinden nefret ederek yaşamaya bi şekilde devam etmeye çalışırsın kaldığın yerden.



* "Ahlâka dair bildiğim ne varsa futboldan öğrendim, çünkü top hiçbir zaman beklediğim köşeden gelmedi." Albert Camus (doğum günü kutlu olması gereken, olamadığım kadar doğru insan)

anger management yöntemleri

4 Kasım 2011 Cuma

sikimsonik deneyler vol. 1



deney adı: alt tarafı mentol yiea, nolucak yani

a. morov

department of apathy, faculty of shittyscience, kontrauniversity, neverland

abstract

içinde mentol, kafur falan bulunan bi adet tayvan menşeili nefes açıcı olduğunu iddia eden inhalerimsi oluşum alındı. önce deneğin (bu ben oluyorum) burnuna tutularak nefes açıcı etkisi onaylandıktan sonra boku çıkarılarak yüzüne gözüne sürülmeye başlandı (bizzat denek tarafından). dakikalar boyunca kendinden geçerek mentolü, kafuru gözüne gözüne veren deneğin, bir süre sonra gözlerini açamamaya başladığı fark edildi. ardından da aynı deneğin (zaten bi tane var) panik halinde banyoya koşuşu ve tazyikli suyu gözüne tutacak kadar gözünün dönüşüne tedirgince şahit olundu. gözüne sabun sürmeye çalışarak ahmaklıkta çığır açan andavallımız, mentolün etkisinin geçmeye başladığını fark edince hem acıdan, hem de sevinçten gözyaşlarını tutamadı

1 Kasım 2011 Salı

tecavüzü önlemenin yolları

  1. insanların içkisine hap ATMAYIN! bu, çok basit görünse de birçok tecavüzü önleyebilecek bir kural.
  2. kuytu bir yerden tek başına geçmekte olan bir kız görürseniz, kendisini YALNIZ BIRAKIN! ıslık çalmayın, "şşşşt!" diye bağırmayın, sataşmayın; bırakın geçsin. hatta en başından kuytu yerlere gitmekten de kaçınsanız iyi edersiniz.
  3. unutmayın: insanlar fikirlerini HER ZAMAN değiştirebilir! birisi sizinle sevişmekten vazgeçerse; zorlayıcı davranışlar sergilemeyin.
  4. ASLA davet edilmediğiniz bir yerin kapısını / penceresini zorlamaya çalışmayın. özellikle banyo kapılarını.
  5. asansörde yalnızsanız ve içeriye birisi girerse, kendisine SALDIRMAYIN!
  6. ARKADAŞLAR böyle günler için vardır! eğer cinsel dürtülerinizi bastıramıyorsanız, bir arkadaşınızdan dışarıda olduğunuz sürece sizi yalnız bırakmamasını dileyin. o arkadaşınızın da tecavüzcü olmadığından ve ona tecavüz etmeyeceğinizden emin olun.
  7. diğer insanlara karşı her zaman için DÜRÜST davranın! bir kızla ilk defa buluştuysanız ve kendisine tecavüz etme niyetindeyseniz, bunu ona açık bir şekilde söyleyin. eğer bundan bahsetmezseniz, karşınızdaki insan, kendisine tecavüz etmeyeceğiniz sanrısına kapılabilir!
  8. unutmayın: partneriniz bilinci kapalı, rızasız ya da uykudaysa kendisine TECAVÜZ ediyorsunuz! seks olmuyo öyle.
  9. yanınızda hep bir DÜDÜK bulundurun! çok zor durumda kalırsanız, tecavüz etmeye yeltendiğiniz kişiye o düdüğü uzatın. böylece, tecavüz gerçekleşmeden dikkatleri üzerinize çekerek kötü bir olay yaşanmasını önleyebilirsiniz.
gerilerden gelen edit: bu yazının %60'ı alıntıdır. %39'u sözkonusu alıntı sayesinde hayat bulmuş, geri kalan %1'iyse hani bana hani bana demiştir. bu iğrenç espriden sonra bile bu satırları okuma gücünü kendinizde bulabiliyorsanız, oldukça sabırlı bir insansınız. zor bir hayat yaşıyor olsanız gerek. size sempati duyuyorum. gerçekten. kim olursanız olun, yalnız değilsiniz.

    30 Ekim 2011 Pazar

    Amfibik Enstitu

    20 milyon nufusli bi yerden neredeyse 50’de 1’i nufuslu bi yere gel ama gunluk rutinine belediye otobusuyle ulke degistirebilme gibi bir opsiyon eklensin. Etrafinda yon bulabilme duygunu kazandiracak deniz olmasin ama Avrupa Konseyi ve Insan Haklari Mahkemesi evinden bir tas atimlik mesafede olsun. Bogazda ay isigini beklerken ay, gidisini bahane edip bulutlarin arasindan yuzunu gostermesin ama ayin farkli yonden gelen isinlarini hissedebilmen icin gece gozlerin surekli acik olsun. Yan masada konusulanlarin tek bir kelimesini anlama, aksani bozuk birisiyle anlasmaya calisirken Turkce konusmaya baslamada en ufak bi tereddutun olmasin.

    Tum bunlari kafandan gecirirken enerji tasarrufu icin saatini geri almaya calis ama icinden saatini surekli ileri almak gelsin. Saatini geriye almak ileri almaktan daha az enerji kaybettiriyormus sanki…

    25 Ekim 2011 Salı

    kontrasakal'ın nerden geldiğini buldum!

     http://www.pcp.org.ph/documents/HERO/Asthma%20(PGH)%2002.ppt

     şu epik slaytın 24. sayfasına bi göz atın. altında da "kontra-sikip" yazıyo hatta.

    22 Ekim 2011 Cumartesi

    seks köleliğine karşı bilinçlendirme afişleri [singapur]

    son günlerde internette karşılaştığım şeyler arasında açık ara en ilginciydi bu. görünüşe bakılırsa, singapurlu erkeklerin libidosu epey bir yüksekmiş ve bu da kadın seks pazarının genişlemesine yol açmış (şimdi konu üzerinde bilgili, yetkili bi abi gelse de bana bunun böyle olmadığını anlatsa). neyse işte, ben de sizin bildiğiniz kadarını biliyorum, wikipedia'dan çeviri meviri kasmak da gerçekten çok saçma, rezil, boş.. eeh iğrenç bi iş ve kendimi konu hakkında bilgi sahibiymiş gibi satmak istemiyorum (no pun intended ulan).



    edit: ama nihat genç'in magazin programlarını "singapur kerhanesi"ne benzetmişliği bile varmış

    büdüt: gelin afişlere istinaden edindiğim az buçuk bilgiyi sizlere aktarayım

    singapur'da fahişelik ilginç bir mevzu. evet belki yasal; ancak toplum ortasında pazarlık etmek, pezevenklik yapmak ya da genelev açmak yasak. bu son yasağın çiğnenmesine göz yumulsa da, halihazırdaki kerhanelerde çalışan emekçiler de düzenli olarak sağlık taramasından geçiyor. çevre ülkelerden de "dalı daşşağı altındır" mottosuyla yola çıkarak buraya gönüllü olarak çalışmaya gelen dişi birey sayısı da epey bir yüksek. bu noktaya kadar türkiye'ye benzetebiliriz <<<---------- bu nokta

    şimdi işin karmaşık boyutuna geçelim. öncelikle,
    • birçok çocuk, çeşitli vaatlerle kandırılarak kötü yola düşürülüyor
    • turist kızlar kaçırılıyor, belgelerinde sahtecilik yapılıyor, çalıştırılmaya başlanıyor
    • afişten de anlaşılabileceği gibi, restoranda çalışayım derken kendinizi kucaktan kucağa gezerken bulabiliyorsunuz
    • yine afişte görülebileceği gibi, kandırılan / alıkonan kız sayısı tüm güneydoğu asya'da 200.000'i buluyor.
    ayrıca:
    • singapur hükümeti konu hakkında bir şeyler yapabileceğini geç de olsa, 2008 yılında idrak edebilmiş ve bir şeyler yapmayı denemiş, göstermelik birkaç kanun çıkarmışlar ve üç-beş kişiyi göz altına almışlar, ancak konuyu çok da umursamadıkları belli
    • sorunun üzerine en fazla giden; sivil toplum örgütleri, dernekler vs. ve afişi hazırlayan traffick lights da bunlardan birisi
    • şimdi  burda 40 yılda bi işi düşen, onda da muhabbet etmeye çalışıyomuş gibi lafı uzattıkça uzatan insanların yaptığı gibi "traffick lights'a yardım için şunu bunu yapın" deme yüzsüzlüğüne girmiycem, zaten alakam da yok, çok fazla umrumda da değil, bana bunları yazdıran afişlerin enteresanlığıydı
    • hepsi bu

    21 Ekim 2011 Cuma

    kalabalığa ahlâk dışı sövgüler

    selamlar gençler, toplumda mezar sikicilerin sayısında görülen yoğun artış sonrasında, mezarlara gereken saygının gösterilmesi ve mezarlıkların düzeninin bozulmaması adına, insanımızın ölü-sikme eylemini kolaylaştırmak için birkaç arkadaş toplanıp nekrofil genelevi açıp nekro-pezo olmaya karar verdik. fotoğraf da içinde çeşitli düzenlemeler yapıp kullanıma hazır hâle getirdiğimiz mütevazi bangbus'ımızdan. içerisi biraz kötü kokuyor ama ölüyü seven formaldehitine katlansın artık arkadaşım.

    not: bir de bangbus'ı kullanacak E sınıfı ehliyet sahibi bireyler arıyoruz; başvurular için lütfen: 05xx xxxxxxx

    16 Ekim 2011 Pazar

    alpaca dramatica



     4 adımda boşvernizm:

    1. internette hakkında yazılası tonlarca şey arasında gezin
    2. hepsine şöyle bi göz at
    3. tüm sekmeleri kapat
    4. alpaka gif'i postla

    14 Ekim 2011 Cuma

    ihtiyacın olduğu kadar mucizeler


    işten ayrıldığı bir haftasonu akşamı, hafta içerisinde çekilişe günler var iken öylesine doldurduğu üç kolonluk kupon ile sayısal'da 4 tutturan garip bi insanım, sayısalda 4'ün daha fazla para verdiğini düşünürdüm bi de. çıkan para altı üstü bi gece dışarda takılmanı sağlayacak kadar bile olmayınca komik gelmekte insana, sayısal'a o kadar da güvenmemek lazımmış. neyse en azından üç gün arkadaşımın evine, "evdeki yabancı" modunda yerleşip de haftasonunu o evden çıkmadan geçirecek miktarda para bırakmış oldu cebime; o kadar da hayıflanmamak lazım. neticede çıkacağına, bir şey çıkacağına inanmadığım bi loto kuponu tuttu lan, komik işte.

    aslında daha komik olan "bir mucize bekliyorsan gerçekten de ihtiyacın olmalı" sözünün, 4 sayıyı tutturduğumu farkettiğim an beynimden kulaklarıma, kulaklarımdan ise beynime gönderilmesi şeklinde bir feedback oluşturması olması oldu. oynadığım topu topu üç kolondan bi alttakine yazmış olduğum 37'yi bir kolon üstte kullanmış olsam beş tutturmuş olacaktım veya veya tutmayan iki sayıdan birisi olan 48 yerine 46 yazmış olsam da aynı şey olacaktı -ikisinin birden aynı anda olması ihtimaline gelmiyorum bile bak-. neyse sonra kulaklarımda çalan söze hak vermek suretiyle "o kadarına da ihtiyacım yokmuş mucizelerin sanırım, siktir et yıeaa" diye kendi kendimin düşüncelerini geçiştirdim.

    arada sayısal oynamak lazımdı, şans bize küçük sürprizler yapar, biz de onlara sevinirdik.

    11 Ekim 2011 Salı

    uykusuzluk, black hole sun filan...

    N.K.A. da şu saate kadar uykum gelmesi gerekmekteydi diye kendime söver iken, işbu eser aklıma düşüp de dinlemek istedim ninni niyetine. karanlıkta ekranı çiziklerden ölmekte olan façalı mp3player'a ulaşmayı çabalarken içsesten "aç bilgisayarı mk, yataktan mı çıkacaksın şimdi, sanki uykun var da ekran parlaklığı uykunu kaçıracak" şeklinde gelen seslenişe "çok doğru söyledin be abi" şeklinde hak verip bilgisayarı açtım, klibi izledim, klibin rahatsız etme yetisini sanki bilmiyormuşum gibi ve de bok varmış gibi. saygı duyulması gereken bi nefret kusma örneği lan bence bütün klip. neden bunları yaptım ve neden şu an buraya yazıyorum pek de bilmiyorum aslında.

    akşamın başına dönersek. bir gece daha geçirmek istemediğimi düşünerek iki gecedir kalmakta olduğum arkadaşlarımın evlerinden ayrıldım. dışarısı insanın derisine kesik atacak derecede soğuk olmasa da, sinüziti ve kronik ortakulak iltihabına sahipler için tehlikeli olabilecek derecede rüzgar içermekteydi. bense iki gün önce, iki gün sonrasının havasını hesaplayamayacak şekilde uygunsuz giyindiğimi durağa vardığım anda kavrayıp, geriye dönmüştüm. kendimi havaya daha uygun bir hâlde düzenlemek üzere, arkadaşımdan ödünç aldığım hırkanın kapşonunu(kelimenin orjinalindeki p ile ş arasındaki i'yi akıl eden bünyeye koyayım mümkünse) kafama çekmiş herkesten saklanan bir edayla, bu sefer durağa doğru bir geri dönüş yapmayı planlarken, biraz sonra kendimi durağı geçmiş bulacaktım. bi durak bi durak daha derken kendimi 4.levent'ten zincirlikuyuya kadar yürüyerek vardığımı farkettim.

    "yağmur yürürken yolda yağması lazımdı insanların" diye düşünürdüm ki çünkü ben, zevkliydi işte yağmurda yürümek yalnız olsan da. sesinden midir bilmem, yoksa atalarımızdan kalma yağmurun temizlenme duygusu efsanesinden mi? kendimi hep rahat hissetmişimdir yağmurda yürürken, üzerime düşen her damlayla yavaş yavaş insandan sıçana doğru yol alsam da o anda pek de umursamam; ama sinüzite sahip bi insan olarak bu umursamamalara zaman zaman sövmelerim de olmuştur. pişman olmuş muyumdur... hiç sanmıyorum. "bir boşvernist hiçbir zaman pişman olmaz" diyip de susmak gelir içimden.

    10 Ekim 2011 Pazartesi

    ölü

    hayatımın geride kalan kısmında birkaç tanesini görebilme şansını yakaladıysam da, cansız bedenlerle karşılaşmalarım içinde şüphesiz en vurucu olanını; güneşli bir beşiktaş sabahında monsieur tartuffe'nin eski evine giden yokuşu arşınlamama borçluyum. beni tanıyanlar o pergelleri açık, başı öne eğik, amortisörleri bozuk yürüyüş tarzımı bilir. tam da bu hal içinde, kafamda kimbilir hangi düşünceler dolanırken; dahası, gözlerimin önünde akıp giden kaldırım taşlarının herhangi bir sokak hayvanı pisliğiyle kirlenmediğinden emin olmaya çalışırken; bakışlarımı bir anlığına karşıya dikmemle gördüm onu.

    G603 tipi granitin üzerinde vitruvius adamı gibi uzanan bu beden, üzerini kuşatan giysilerden de anlaşılacağı üzere; yollarımızın kesişmesinden kısa bir süre öncesine dek, yokuş boyunca süregelen dükkanların tekinde çalışan bir boyacıya aitmiş. sonrasında ne olduysa olmuş ve boyacının kalbi, daha fazla atmamaya karar vermiş. zavallı adam; henüz kalbinin bu ihanetine itiraz etme şansını bile bulamadan yere yığılmış. öyle ki; ölmekte olduğunu fark edip edemediği bile şüpheliymiş. oysaki böyle bir son, planları dahilinde hiç mi hiç yokmuş. kahvaltı ederken birdenbire öldüğünüzü düşünün. ya da kedinizin kumunu yenilediğiniz sırada. veya başka herhangi bir günlük rutininizi icra ederken. haksızlığa uğradığınız düşüncesine kapılmaz mıydınız?

    cıvıklığımı hoşgörün lütfen; her ne kadar ben öyle yapamasam da. ve izin verin, size içinde bulunduğum o anları etraflıca anlatayım. çevresinde toplanıp "vah vah, cık cık cık, yazıkyazıkyazık" diye sinek vızıldamasını andıran sesler çıkaran insanlara kalırsa, rahmetlinin vakti dolmuştu da; evrendeki en büyük adalet sarayının o pek haşmetli hükümdarı, kimbilir hangi gerekçeyle, kendisini buralardan uzaklaştırmıştı. banaysa bu olayı basit bir kalp krizi şeklinde açıklamak daha akla yatkın geliyordu. adamcağızın solgun yüzü, daha şimdiden toprak altına girip çürümeye hazırlanıyordu sanki. bir heykel kadar hareketsizdi; tüm bu karmaşanın ortasında, nasılsa zamanı durdurmayı başarmıştı. pek sırlarını paylaşacakmış gibi de durmuyordu. oradaydı, ama değildi. kainatın en gizemli oyununu bizlerle birlikte oynamış ve görünüşe bakılırsa, hepimizden önce kaybetmişti.

    fazla bir şey düşünemeden kaçtım oradan. kalsaydım da, cıklayanlar korosuna katılmaktan başka yapacak bir şeyim olmayacaktı zaten. o sahneden bana son yansıyan, ambulansın arkamı dönmemin ardından işittiğim sireni ve içinden fırlayan iki görevlinin telaşlı bir "ex olmuş"la temellenen diyalogları idi. belki o anda farkında değildim, ama "niye ölmüş diyemiyorlar lan?!" sorusunun beynimde yankılanması, bu acıklı olayın şokunu üzerinden atmamı çok daha kolay kılmıştı. adımlarımı öncesinden de çok sıklaştırarak gün içinde bir daha böylesine sarsıcı bir vukuatla daha karşılaşmamayı umut ederken, yokuşu bitiren köşeyi döndüm. güneş daha yakıcı geliyordu artık, hepimizse daha kırılgandık. kendimi çok güçsüz hissettim ve bir an önce eski kaygısız halime bürünmeyi diledim.

    (ölümü tadacağım günü iştahla bekliyorum)

    6 Ekim 2011 Perşembe

    anlaşılayazılırken boşvermek şansı

    Herkes tarafından anlaşılan bi insan olmak kadar gereksiz bi çaba yok sanki. Herkesin anladığı ya da aslında sadece anladığını sandığını iddia ettiği şeyleri pek sevememişimdir hep. Popüler kitapları okumaktan hep kaçmışımdır. Üstünden yıllar geçtikten sonra kitaplar hala anlam ifade etmektelerse gerçekten okumaya değer gelirler bana, ne biliyim o kadar uzun yaşamıyoruz sonuçta ortalama bi insan hayatını baz alırsak. Bi de buna kuvvetle muhtemel normal bi insan ömründen daha kısa yaşayacağımı katarsam –ki uzun yaşamak ki bi arzum olduğu çıkarılmasın, bu bir hayıflanma değil-, Vaktimi okuduktan sonra “bune lan” diyeceğim bir kitapla harcamak istemem.

    Yazar olmak isterdim fakat yazdıklarımı anlayacak kitle o kadar ufak olurdu ki, gidip de o kitabın basılmasıyla insanların harcayacağı çabaların hepsi boşuna olurdu, -kitap yazan ama basmayan bi yazar olabilirim yani bak-. Hem insanın içine daral getiren boşvermişlikle alakalı yazılardan kaç kişinin hoşlanması mümkün ki. Şu cümleyi yazdıktan sonra bile “siktir et abi sikimsokum tasarımcılık(lütfen evcilik gibi bişi algılayın bunu) adı altında bir yerlerde bişiler yaparsın işte, anlamsız bişiler, kendini tatmin etmeye o kadar da uğraşma, kim tatmin olmuş ki dünyada” diyosam ortada ciddi bi boşverme sorunu vardır; ama bu umurumda mıdır?

    "bilmem" diye kendi kendime yanıt verdikten sonra tramvaydan inmiştim artık. biraz aptal aptal yürüdükten sonra sayısal oynayayım bari dedim. ilk kolona son gördüğüm 6 arabanın plakasının son iki rakamını girdim. diğer ikisini, rastgele bir biçimde işaretledim. bu sırada yanımda kupon dolduran dayı, "bu akşam çekilmiyor o" diyormuş ısrarla birşey söylemeye çalıştığını görünce kulaklığı çıkardım ve ozman duymuş bulundum kendisinden heyecanlı heyecanlı ve "yıllarımı şans oyunlarına verdim ben" müzmin kaybedenliğiyle çıkan sesler bütününü, "hemen zengin olmama gerek yok, cumartesiyi bekleyebilirim" ile "fark etmez nasılsa çıkmayacak" arası bir bakış ataraktan, "biliyorum" dedim. kupon yatırma sırası beklerken bana melul melul bakan tuzlu fıstık paketlerine de daha fazla dayanamayıp tuzlu fıstık da alıp dükkandan çıktım.

    asla tutmayacağını bildiği, henüz çekilmemiş olan loto kuponlarını şu sıralar okuduğu kitabın arasına koymuş olmanın verdiği garip hissiyatla bi sigara daha yakıp yoluma devam etmek o kadar da kötü bir duygu değildi. eve gelip iki saat yatakta debelenip uyuyamayacağını anladıktan sonra, "zaten 12'de uyanacaktım mk" diye bir küfür savurdum, ettiğim küfürün hemen sonrası "ya kupon tutarsa..." şeklinde başlayan hayaller bile kurmadığımı farkettim iki saatlik uyumaya çalışma sürecinde.
    hayal kursaydım uyumuş olurdum, olmadı ne yapalım.

    2 Ekim 2011 Pazar

    whack a kitty


    bazen blog'u kedi resimleriyle doldurasım geliyo. işte o günlerden biri de bu sanırım

    (orijinal videoyu viiik viiik efektleriyle doldurmuşlar, sevmedim)

    cat attack


    işbu .gif'e on dakikadır aralıksız gülebiliyorsam, hayat hakikaten de çok güzel lan

    alice satrancı



    eğer bu kült siteye bir gün yolunuz düştüyse, satranç denen oyunun yalnızca shatranj ve chess adında iki hâlinin bulunmadığını (garip, biliyorum), aksine yıllar boyunca sayısız yaratıcı bünyenin elinden çıkmış birçok varyantının bulunduğunu bilirsiniz. sözkonusu site epey bir eski (ilk defa beş yıl kadar önce girmiştim ve o zaman bile antika gibi gelmişti), listelediği varyantların java appletleriyse tarihi eser statüsünde ve yapay zekaları yerlerde sürünüyor; ancak fikir sahibi olmak için oldukça yeterliler.

    en popüler satranç varyantlarından bir tanesiyse, v.r. parton'ın 1953 yılında icat ettiği alice chess. peki alice chess'in olayı ne? neden alice chess? kim bu alice? git kendisine sor kardeşim beni kızdırma şimdi

    ...

    özür diliyorum. sinirimi bozdunuz. bu yazının başından beri küfrediyorsunuz. ben de insanım. peki, ben sorularınızı kendisine ileteceğim, ancak v.r. parton öldü. üstelik boşvernist'in doğumundan tam 14 yıl önce. yani viar bey sorularınıza cevap veremeyecek... yok efendim, maalesef. üff. kötü.

    tamam, tamam. alice, çünkü alice aynada kendi aksini görmüş. parton ise tam bir çarls latvic dadcsın hayranı. bunların tümünün fişekleyicisiyse psilosibin. ve gördüklerimiz, asla gerçek değil. çünkü ortak bir gerçeklik yok. çünkü tanrının gözleri yok. çünkü tanrı yok.

    sjksds. bana da dava açarlar mı acaba. neyse, daha fazla kaşınmadan konuya döneyim. alice kızı aynaya bakıyor. bu varyantın ismi de buradan geliyor. başlangıç dizilişimiz klasik satrançla aynı. ancak ikinci bir tahtamız var ve hareket eden taşlar sürekli tahtalar arasında yer değiştiriyorlar. örneğin 1. e4 oynadınız; piyonunuz hemencecik karşı tahtaya geçiyor ve orada tek başına takılmaya başlıyor. onun canı sıkılmasın diye ... d5  oynuyor rakibiniz. ancak şimdi ikinci tahta üzerinde birbirinden başka hiçbir tanıdığı olmayan bu iki piyon, aynı zamanda gözlerini kan bürümüş iki düşman. e4'teki piyonun, lanet olası zencinin canını alması için aralarında hiçbir engel yok artık... derken geliyor beklenen hamle: 2. e4xd5... ve kimsenin görmeyeceği sanrısıyla cinayeti işleyen piyonumuz, şimdi başladığı tahtada; herkesin önünde ifşa oluyor utanç içinde, rakip vezirin bir an önce canını almasını bekliyor artık... rakip vezirse son derece sakin, ne de olsa böyle şeylere alışmış. ... Vxd5'i oynadı oynamasına da; şimdi o da ikincil ve boş tahtanın sessizliğinde, yalnızlığına kulak verdi... bu böyle gider. kıssadan hisse: yediğimiz taşın aynı tahta üzerinde bulunması gerekse de, taşımızı bu hamle sonucunda da karşı tahtaya ışınlayıveriyoruz (ancak karşı tahta doluysa, yiyemiyoruz rakip taşı). elimden geldiğince uzatarak anlattığım bu basit bir-iki kural, zaten yeterince zor olan oyuna inanılmaz bir karmaşa getiriyor. kulağa pek bir şey değişmeyecekmiş gibi gelse de, şu linkten kendiniz de test edip onaylayabilirsiniz.

    evet sevgili sakallılar, uzun lafın kısası; olur da bir gün satranç, dama, tavla üçlüsünden sıkılırsanız, ekstra bir tahtayla konfüzyon nöbetlerine yelken açmak gibi bir opsiyonunuz olduğunu asla unutmayın. daha da iddialı konuşacak olursak; "sistemin dayattıklarını kabullenmem; kahrolsun konformizm!" diyorsanız da, alice satrancı sizin için doğru seçenek. gelin, şimdilerde ıskartaya çıkmış bu güzel oyunumuza yeniden hayat verelim. son olarak bi tarafımdan uydurduğum bi sözle yazıyı bitirmek istiyorum: "satranç tüccarların, go filozofların, alice satrancı ise kafası karışıkların oyunudur!" yaa, yaaaa..

    27 Eylül 2011 Salı

    septemberated

    arada bir öyle zamanlar geliyor ki, içinde bulunduğumuz yılı kontrol ediyorum. çok da umrumda değil aslında, ama biri sorarsa rezil olmaya hiç niyetim yok. gerçi böyle durumlarda kullanabileceğim çok etkili silahlarım var. mesela, soracak olan kişiye "YUH, HANGİ YILDA YAŞADIĞIMIZI GERÇEKTEN DE BİLMİYO MUSUN?? AHAHAHAHA" diye çıkışmak. zeytinyağı gibi üste çıkmak kısacası. diğer seçeneklerim arasında en sevdiğim, soruyu saçma bir matematik problemine çevirip soruyu soranı korkutarak kaçırmak. "bak şimdi, bu yıl öyle bir yıl ki, basamak değerleri toplamı, benim yaşımın basamak değerleri toplamına eşit. ben 1988'in sonunda doğduğuma göre, kaç yaşındayım? NEREYE KAÇIYOSUN?! O MATEMATİK SORULARI YALAN MIYDI YANİ :(" bu arada merak ediyorsanız, cevap 2010 ya da 2011 olabilir. zaten kaç yaşında olduğumu da son bir-iki yıldır hep karıştırmışımdır. sakin kafayla düşündüğümde 22 yaşında olduğumu çıkarabildiğim halde, spontane sorulan "kaç yaşındasın?" sorularını "21!" diye yanıtlamayı bir refleks haline getirmiş olmak gibi bir sorunum var. kendi zihnimde hiç büyümüyorum. sorun değil.

    sorun ne, biliyor musunuz? O KOCA GÜNEŞİN YAĞMUR BULUTLARINDAN BÜYÜK OLMASI. yani, dostlarım, demek istediğim; hava bir türlü soğumuyor. zaten hangi çağda yaşadığını bile karıştırmaya meyilli olan beni de sarsan tam olarak bu. her sabah uyandığımda aklımdan geçenleri basit bi algoritmayla açıklamaya çalışacak olursam:

    geçtiğimiz ilkbaharımsı mevsimin sonunda yapılması pek bir hoşça karşılanan "sonbahar-kış-bu ne lan-yaz" şakalarının yapılmasına vesile olan o karaktersiz havaları bile arar hale geleceğimizi kim tahmin edebilirdi? tabi ki meteorolojiden başkası değil, ama onlara da kafam girsin! BU NE SICAKLAR LAN?!! işte bu tabloya eklemeyi unuttuğum bir sonraki basamak. ilgili yiğit özgür karikatürünü hatırlamak ve gülmekle sinirlenmek arasındaki o boşlukta sıkışıp sinirinden gülüyormuşçasına bir hal almak.

    geçenlerde yağmur yağdı, bilmem fark ettiniz mi. zzz... bense dışarı çıkıp koşturdum. beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar moduna girdim afedersiniz. ZZZ... o kadar özlemişim ki yağmuru. ve uykuyu... böyle saçma sapan bi yazıyı sonuna kadar okuma başarısını gösterdiyseniz, uyumam gerektiğinin farkına da varmışsınızdırzzz

    22 Eylül 2011 Perşembe

    reddit'te gördüğüm bi yorum, hepsi bu

    I always love when women suggest something awesome for a husband or boyfriend there's always "make him a candlelight dinner"
    This would be like telling a guy who wants to do something nice for his wife "when she least expects it, bend her over the kitchen table and fuck her brains out."

    tercümesini de şöyle yaptım:

    kadınların erkek arkadaşlar ya da kocaları için harika bir şey yapma önerilerinin her defasında "mum ışığında romantik bir yemek"i içermesi, daima hoşuma gitmiştir.
    bu, karısı için hoş bir şeyler yapmak isteyen bir erkeğe "hiç beklemediği bir anda, onu mutfak masasına daya ve bağırta bağırta sik" demeye benziyor.

    19 Eylül 2011 Pazartesi

    elephant porn

    uzun süre aradan sonra alkolden tiksindiğim bir güne uyanmış olmanın verdiği gariplikle güne başlayan ben, bunun nedenlerini sorgularken aslında tam olarak kaç tane içtiğimi bilmediğimi ve de havaların, artık bize "gecenin yarısını sokakta içerek muhabbet ederek geçirmek için fazla soğudum ben artık ulan" demekte olduğunu farkettim.

    otobüse yetişmek için d.t. lokalinden kimseyle vedalaşamadan çıkarken yolda kafamı su terazisi olarak kullanabildiğimi farkettim, bi an için kafamı su terazisi olarak kullanabilmeme sevinmiştim: "aaa ne güzel lan, sağ sol yapınca bak bak" diyordum kendi kendime durumdan eğlence çıkarmayı amaçlarken; su terazisi olan kafamı fazlaca sağ sol yaptırınca su terazisi hissiyatı kaybolmuş, " 'gemide' filmindeki ana karakterlerden birinin "fillerle ilgili repliği" ancak şöyle bir kafa için söylenir" diye sayıklar olmuştum.

    neyse, otobüse yetişmeliydim ama lokalden çıktığım andan itibaren o kadar hızlı hareket etmiştim ki otobüsün kalkmasına daha on dakikası, benimse durağa varmama, "üzerinde hayat adı verilen bir şey sürdürmekte olduğumuz zavallı ve godoş dünyamız"ın zaman birimlerine göre 3-4 dakika civarı bir süre vardı. yiyecek bir şeyler alayım bari diye düşünüp pastaneden ve marketten hızlı hızlı bir şeyler alıp durağa doğru yol almıştım.

    durağın arka kısmından benim otobüsümün kalkacağı kısma doğru yol alırken karşıdan bana doğru gelmekte olan otobüsün benim binmeyi amaçladığım mk. 146m'si olduğunu fark ettim. işaret ettim, #m*n oğlu esteban'ın öz eniştesi olması çok muhtemel iett şöförü yavaşlar gibi yapıp basıp gitti. neyse, giderken kapıya bi tane patlatmıştım bu sinirimi yatıştırmaya yetmese de... kafamdaki fil sayısı gittikçe artıyor her türlü kombinasyonu denedikleri bir orgy içerisinde filler zevki sefa içerisindeyken; ben, kafamı tutmam gereken doğru açıyı aramakla meşguldüm.

    he bu aradaki süreçte bir de hareket amirliği münasebetim oldu: otobüsün erken kalkmasını bildirmeye gittiğim hareket amirliğindeki sorumlu yaklaşık iki dakika beni beklettikten sonra beni dinlemeye başlayıp da pişkin pişkin "benim saatim on geçiyor ama bak" diye göstermesiyle kafamdaki fil sayısını iki ile çarpmıştı bile, sinirimden ötürü "iyi de bu otobüs 4 dakika erken kalkmış demektir" demeye tenezzül edecek durumda hiç değildim. içimden küfrettiğimi sanıp da dışımdan küfrettiğim anlardan biri de yine gerçekleşmişti tabii ki hâliyle. hareket amirliğindekilerin şok olmuş bakışları eşliğinde, metrobüs durağına doğru ivmelenmiştim, işe zaten geç kalacaktım; acele edersem o kadar da geç kalmazdım. hem zaten geç kalmak kavramının pek de olmadığı bir işyerim vardı, o kadar da takılmamak lazımdı.

    metrobüs beklerken yer bulma ümidimin varlığından pek de söz edilemezdi, ki bulamadım da zaten. yolu ayakta nasıl idare edeceğim diye bakarken, eskilerden bir şarkı çıkageldi: elephant talk.

    king crimson üyeleri beni nasıl affedecek bilmiyorum ama, yılların "elephant talk" adlı güzide eseri, kafam içerisinde şarkıdaki bütün 'talk'ların yerine 'porn' yerleştirmem sonucu gayet komik bi hâl almıştı, şarkıyı repeat'e alıp bütün yol boyunca şarkıya içimden eşlik edip suratımda gülümsemeyle işyerine varana kadar kafamı bu şekilde taşımaya çalışıyordum,fakat bu sırada kafamdaki fillerin o gün akşama kadar rahat durmayacağını bilemezdim...



    o kadar bahsettik şarkıya:

    ve de -değiştirilmiş- sözlere de yer verelim:

    elephant porn

    porn, it's only porn
    arguments, agreements, advice, answers,
    articulate announcements
    it's only porn

    porn, it's only porn
    babble, burble, banter, bicker bicker bicker
    brouhaha, boulderdash, ballyhoo
    it's only porn
    back porn

    porn porn porn, it's only porn
    comments, cliches, commentary, controversy
    chatter, chit-chat, chit-chat, chit-chat,
    conversation, contradiction, criticism
    it's only porn
    cheap porn

    porn, porn, it's only porn
    debates, discussions
    these are words with a d this time
    dialogue, dualogue, diatribe,
    dissention, declamation
    double porn, double porn

    porn, porn, it's all porn
    too much porn
    small porn
    porn that trash
    expressions, editorials, expugnations, exclamations, enfadulations
    it's all porn
    elephant porn, elephant porn, elephant porn