20 Mayıs 2011 Cuma

yazdan gelme bi akşam

telefon şarjımın bitecek olmasının verdiği tedirginlikle işten çıkmış eve doğru giderken, 20 dakikadan fazla durmak yok diye kendi kendime söz vermiştim. telefonun şarjının bitecek olması tedirginliği akşam içindi, dışarıya çıkıp toplanacak beraber bişiler içip laflayacak, son günleri konuşacaktık. ama gel gör ki eve girdiğim an tüm gerilimim kaybolmuştu. telefonu şarja bağlamanın gerekliliği de bu rahatlıkla yok olup gitmişti. evde geçirmeyi planladığım 20 dakika bi anda 2 saat olmuştu ama hâlâ üzerimde anlamsız bir rahatlık mevcuttu "nasıl olsa beni her yere geç kalır diye biliyolar sorun yok, onlar hesap etmiştir ne zaman geleceğimi" diye düşünmemden olsa gerekti bu rahatlık. neyse her şeye karar verilmiş ve de evden çıkmıştım ki telefonu şarja bağlamadığım gerçeğiyle yüzleştim acaba telefonu kapamalı mıydım. taksim'e varınca açardım. tabi bu sırada aranırsam, milyonlarca küfür yeme ihtimalim vardı ki bunların bir kısmı telefonu açınca mesaj olarak gelecek cinstendi.

saçma sapan bir yolculuk sürecinden sonra: metronun şişhane çıkışı ne lan öyle hiç yapmasalarmış mk. çık çık bitmiyo. istiklale çıktığım an 51. veya 52. bölgeden çıkmış gibi hissettim kendimi. duvarlara yanılsama illüstrasyonları filan yaptırmışlar bi de. ulan çıka çıka insan kafa oluyo zaten istiklale ulaşana kadar. neyse bizimkilerin yanına vardığım an "mustafa abi" a.k.a. "entas lokali"ni kapatacak kadar oturmuş olduklarını anladım. pasajdaki dükkanlar da kapanmış karşılaştığımız noktada bi sikim ışık yanmıyodu. benim yüzümde bi "biraz mahcubum; baya geç kaldım" ifadesi, çagi ve nurul'un yüzlerinde ise "abi siktir et zaten geç kalacağını biliyoduk" ifadesi vardı. oo kapatmış da çıkmışsınız mustafa abi'den dedim "yok ya daha açıktı sıkıldık da kalktık dediler" küfür yemeden yırtmayı başarmıştım. sadece bazı insanların tuttuğu, "geç kalınıp da bekletilecekler listesi"nin nurul ve çagi sahipliğindeki versiyonuna adım bir kez daha yazılmıştı varsın olsundu ne çıkardı alışıktık, hem zaten "yaşamak alışmak"tı.

istiklalde bir süre yolda saçma sapan napalım nereye oturalım düşüncesiyle gezinirken adeta hepimiz şebnem ferah tarzı rock'çının eski çıktığı gibi umursamazdık, şebnem ferah'ı aldatıp da "elalem demez mi 'nasıl bir hayat tarzıdır bu' " diye düşünmeden bir ebru gündeş, bir ebru yaşar ile çıkmaya başlamış ve "kim lan bu ebru'nun sevgilisi" sorusuna cevap olmuş gibiydik. bu umursamazlık ve kararsızlık bizi tabii ki bir diğer buluşma mekanımızın arka bahçesine sürükleyecekti. son bi buçuk senede çoğunlukla olduğu gibi yine thales'teydik. thales'e giderken "ben gidip çizim yapıcam abi" diyen nurul bizden ayrılmıştı sokak başında. çikolatacının önünde duygusal anlar yaşanmıştı bi kaç saniyeliğine, "ödevi siktir et dediysek de "yok abi benim bunu yapmam gerek" dedi. duygusal değildi lan tamam sizi yedim, hem çikolata da sevmem zaten.

çikolata sevgisizliği derken, bir anda oturmuş çagi ile muhabbet ederken konu "ultra anti erkek mekanı olan j'adore"a gittiğine geldi, "napıyosun olm sen, çok mu sıkıldın" dedikten hemen sonra son günlerde bizlere darılan kübü'nün gönlünü almak üzere onunla gittiğini ve gittiği gibi duvara tokat yazmak suretiyle, benim gibi çikolata sevmeyen evo'nun çay istemesi üzerine söyledikleri "burası çikolata mekanı burada çay içilmez"in rövanşını aldığından bahsetti. tam o sıralarda gecenin beklenen adamı evo'nun gelişiyle kadroyu tamamlamıştık. masadaki lucky'lerimiz bitmişken bi yerlerden yenilerini alıp geldikten ve bir kaç dal daha tüttürüp, muhabbetin gittiği noktada biraz biraz belki baya baya eğlendikten sonra kalkma kararı almıştık.

eve vardığımız an evo bilgisayarına, çagi her daim yanındaki bilgisayarına, ben ise cama yerleşmiş konumdaydım. ne iş döndüğünü anlayamadığımız fotoğraf stüdyosunun ışıkları yine açıktı, sovyet stili dört tarafı apartmanlarla çevrili park da boştu, ne de olsa gece 4'tü. yapacak fazla da bişi yoktu. biraz muhabbet, biraz kırmızı, biraz soya soslu fıstıktan sonra uykum gelip uyuyacaktım.

9 Mayıs 2011 Pazartesi

all you need is love?



hiç tanımadığım, görmediğim, bilmediğim sayılabilecek bir insana acaip derecede uyuz olma potansiyeline sahipsem; hayat hâlâ yaşamaya değer demektir. yaşama hırsı diyip de geçerim jack london abimize bağlayıp sevgilerimi sunarım.

takvim filan







o günlerde takvim üzerinden zamanı takip etmek zordu. çok şükür o günlerde yaşamadık.