moroff etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
moroff etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Haziran 2024 Cuma

zigondan sonrasız karanlıklara

"sevi ölmeden, sevi olmaz" demişti mobilyacı adam, zigon sehpalarımızı değiştirmek istediğimizi, ancak onlarla vedalaşmaya hazır hissetmediğimizi öğrenince. o gün girdiğim son mobilya dükkanıydı, fakat oradan da yalnızca bu cümleyi almıştım. hayatımın, sözcüklerin ruhuma pek tesir etmediği günlerinden geçiyordum ve daha beterleri de kapıma dayanmıştı. nereden bilecektim? aslında tüm belirtiler ayan beyan ortadaydı. zihnimdeki tüm kapılar üzerime kilitleniyordu ve bir çilingir bulmak yerine hepsine siktiri çekip kendilerine bir daha asla geri dönmeyeceğimi haykırmıştım.

beş yıl önce başladığım bu yazıyı bir hışımla piç etme niyetindeyim. okunacağına dair en ufak bir umut besleseydim tamamlardım. şimdiyse okunmayacağından emin olduğum için yazıyorum.

karanlıktan beslenebilmek için öncelikle onu kucaklayabilme cesaretini göstermemiz gerekiyor. aslında bunu hâlâ yapabilmiş değilim. şuraya bak; üzerinden kaç sene geçmiş. yaşamlarım arasında köprü kurmam gereken süreyi boğulmaya yüz tutarak geçirdim ve nihayetinde kıyıya vurdum. bulutunu arayan bir su damlası tarafından kurtarıldım. gençliğimi fazlasıyla tükettim. otuz beş yaşındayım ve arkamda gurur duyulacak bir tablo göremiyorum BU GERÇEĞE ALIŞAMIYORUM, DOSTUM. ANLIYOR MUSUN, BABALIK?

murdar ya da murder ya da piç edeceğimi söylemiştim.

yine bir nöbetteyim ve her nöbette olduğu gibi birisinin kapıdan içeri girip iki-üç mermiyle işimi bitirebileceği gerçeğiyle sarmaş dolaş, çapraşık bir ilişki içerisinde; varoluşçuların ikinci dünya savaşı sonrasında duydukları kederli büyülenişe benzer bir tasayla dolup taşıyorum. neyin aydınlanışı peki bu? korku desem korku değil -hayır, bu belki de fena olmazdı- ama olumlu bir ruh hâli de değil sanki?

adapte olamamak en fiyakasızından bir başkaldırış. ışığımızı çaldılar. biz çocuklarımıza neyi miras bırakacağız; köhneleşmiş ve irin saçan, geçersizliği su götürmeyen yaşam görüşümüzü mü? insanları ilgi çekici bulmayı bıraktığımdan beri lambada alev malev titremiyor. üşümüyor da.

bence hepiniz, hepinizden fazlası değilsiniz. totolojikse totolojik. içerisinde bir anlam vardı ama kayboldu.

kaybettim.

14 Haziran 2014 Cumartesi

hey, bay kara tef adamı

What's worse - being there or not being there? If you're there you can share yourself with everyone else; if you're not there no one can misinterpret you. Well I don't want to talk to anyone, I don't want to force connections, I'm sick of saying "have a good one" to every customer coming through my lane, I don't like how I'm suddenly self-conscious about everything I do and say and project after a couple years of living free and easy (mentally), I'm sick of explaining things, I'm sick of having to explain things, I'm sick of that weird distance that manifests itself when somebody expects an explanation that I can't give to them.

I'm not even that blue, at least not as much as it sounds like, I'm just done, indifferent, I want to separate myself from everything at this point, I'm sick of all my little projects and things and texts on a daily basis and being this guy that you and your friends know, cause you don't know, how could you know when I don't even know? Those days when you wake up and you never quite get comfortable no matter how much you stretch - that's where my mind is at. Long fingernails you forgot to trim and now you're stuck at work for seven hours and with every little action you perform those uncomfortable fingertips flare in your head like regrets.

And this isn't even the first time, but after so many times falling down and getting up again I wonder if I'm even making any progress. "Oh, that's just part of life, you know," yes, I know, but is that the only part? Am I capable of learning from my mistakes, or am I only learning to make more mistakes and to do more damage in ways I wasn't capable of before? My daydreams are variations of the same woman, the same romance, and for all I know she doesn't even exist. Am I endearing or pathetic? Am I a good dancer or does my body just move around when I hear things? Even the music gets worse. That's been one of the only constants and I don't know. Adding to the album collection, one more LP, one more song, one more band, one more genre, who cares at this point. I doubt music is going to change my life anymore than it already has. 

But this sound, these 40 minutes, if nothing else, its a safe place, but just for the time being.

I'm going back to bed.

(alıntı / alındı) 

13 Aralık 2013 Cuma

eşiğe altı kala

kelimelerle barışmak? son bir-iki yılda çok az okuyup daha da az yazdım. sözcüklerin büyülü dünyasından kovulmuştum. "yazın" kendisini şifreli karakterlerin ardında gizlemiş, içimdeki seslerse algoritmayı bir daha asla kestiremeyeceğime beni inandırmıştı. sözcükleri yitirince doğal olarak iç dünyamı, beni "ben" yapanı, özümü, karakterimi, alamet-i farikamı, haliyle bir ölçüde pusulamı da yitirir olmuştum. hayatın bana dayattıklarına, beni içine sokmaya çalıştığı kalıba sessizce değil belki ama yavaş yavaş "eyvallah!" demiş, bir süre sonra direnme gücümü bile yitirmiş, tezgâhın arkasındaki herhangi bir kişi'ye evrilmeye razı gelmiştim. boynum bükük (ve bükük), gururum çoktan kırık ve onulmaz gibi dururken, hayatta yapabileceği en iyi şeyin bir sonraki günün gelmesini beklemek olduğuna inanmış insan motifine bürünmüştüm.

bu şimdiki zamandan sürekli kaçma ve gelecekte her şeyin güzel olacağına, sorunların çözüleceğine, dünya barışının geleceği, açlık ve kıtlığın biteceği, galaksilerin bir araya gelip "bütün evren buna inansa..." şeklinde şarkı söyleyeceği zırvasına inanma sendromu da bir kişinin başına gelebilecek en elim belalardan birisidir herhalde. bu sayede takvimdeki günlerin başındaki (ve ortasındaki, ve sonundaki) sayıların birkaç sembolden fazlasını ifade etmediğine kendimizi inandırır, varsa şayet tanrı veyahut bir başka üstün gücün kıçının kenarıyla güleceği "ölümsüz" olduğumuza dair sanrıya tehlike arz edecek boyutlarda kapılır, onu sıkıca sarıp sarmalayıp yüreğimizin üstüne bastırırken elimizden kayıp gidenler karşısında kayıtsız kalırız. çözümlememiz gerekenleri bir sonraki güne ertelerken dünyanın sürekli değiştiği ve yol aldığı, bizimse onun arkasından bakarak takvim yapraklarını yolmakla yetindiğimiz gerçeği karşısında üç maymunu oynarız. başka bir yolumuzun olduğuna kendimizi inandıramıyorsak bu başka bir yol bulamıyor oluşumuzdandır.

(...)

moroff, eskiz defteri, 13.06.2013 //

27 Temmuz 2013 Cumartesi

kırkayağın dilemması

...yahut kıyas-ı mukassim-i mahlukat-ı böcük.

örümcek, kendisini yakalayıp yeme hazırlığı içerisindeki kırkayağa nasıl hareket ettiğini, yürürken hangi ayağını ilk olarak öne attığını sorar. daha önce bu konu üzerine hiç kafa yormamış olan kırkayak şaşırıverir ve işin içinden çıkamaz. derken örümcek kaçmaya başlar ve kırkayağın yanından uzaklaşır. kırkayak peşinden gitmek ister, ancak bir türlü kıpırdayamaz.

literatüre "kırkayağın ikilemi," "kırkayak sendromu" veya "kırkayak etkisi" şeklinde geçen bu duruma isim babalığı eden kırkayağın hikayesi, ilk olarak katherine craster imzalı bir şiirde karşımıza çıkmakta:

a centipede was happy – quite!
until a toad in fun
said, "pray, which leg moves after which?"
this raised her doubts to such a pitch,
she fell exhausted in the ditch
not knowing how to run.

konuyla alakalı bir başka dörtlükteyse şöyle buyurulur:

a spider met a centipede while hurrying down the street,
"how do you move at such a speed, with all so many feet?"
"I do not have to contemplate to keep them all in line,
but if I start to concentrate they're tangled all the time!"

gördüğünüz gibi tüm bu şiir ve hikayelerin kıssadan hissesi, günlük hayatta neredeyse reflekssel düzeyde gerçekleştirdiğimiz eylemlerin, bilincin sonsuz hiçliğinde varlık bulmasını takiben doğallığını, basitliğini ve sıradanlığını yitiriyor olmasıdır.

8 Nisan 2013 Pazartesi

yirmi yaşındaki bebek

başlığın karşı cinsten aslen normal olgunluktaki bir insanı kaba bir tabirle betimleme çabası içerisindeki bir erkeğin ağzından döküldüğünü de düşünebilirsiniz, ama bu ihtimal şimdilik beyninizin ücra bir köşesinde kalsın ve kemerlerinizi sıkıca bağlayın, çünkü konumuza geçiyoruz. "yirmi yaşındaki bebek," brooke greenberg'den başkası değil. şimdi "brooke greenberg de kim be adam?" diye sorduğunuzu duyar gibiyim. brooke greenberg, aşağıdaki resimde de görebileceğiniz bebeğimiz, yani esas oğlanımız kızımız bebeğimiz.


bundan tam 20 yıl 3 ay önce maryland'da doğan greenberg, hayli sıkıntılı bir bebeklik geçirmiş ve hâlen de geçirmekte. kendisi gibi zekâ geriliğinden muzdarip değilseniz sizin de bu noktada artık çoktan anlamanız gerektiği üzere, greenberg bir türlü büyüyemiyor (ve de yürüyemiyor). annesinin karnında ancak sekiz ay sabredebilmiş. doğduğunda kalçası çıkıkmış. mide ülserleri, havaleler, hastane acil servislerinde geçen sayısız geceler derken büyüme bozuklukları baş göstermiş. dört-beş yaşlarında gelişimi külliyen durmuş. yüksek miktarda büyüme hormonu içeren ve istisnasız her biri haybeye geçen onca tedavi girişiminin ardından tabipler kendisinde genetik bir çapariz mevcudiyetinden işkillenmiş ve bu konuda çalışmalara koyulmuşlar. fakat gelin görün ki, yaptıkları hiçbir türlü tetkik böyle bir hasarın varlığına delalet etmemiş.

yukarıda da bahsettiğim üzere, küçük (?) brooke tüm bunlar yetmezmiş gibi geri zekâlı ve zekâ yaşının 1'in altında olduğu tahmin ediliyor.

brooke'un sorununun ne olduğu hâlen esrarını koruyor. ecnebiler ilk defa kendisinde gözlenen bu duruma, bilinmeyen yönünü vurgulamak için syndrome x demeyi uygun görmüş. ebeveynleri ise brooke'un ne hasta olduğunu, ne de tedaviye ihtiyaç duyduğunu düşünüyor ve dahası, bu delüzyonlarını dile getirmekten de hiçbir fırsatta kaçınmıyor.

birisi kapıyı çalsa... kapıyı çalsa ve dese ki... bana dese ki, 'işte senin kızının ilacı bu. bu ilaç kızını düzeltecek. %100 çalışıyor!..' kaşlarımı çatar ve hönkürürüm: 'bayım, benim kızımın bir sıkıntısı yok!' benim kızım düzgün! brooke but not broken! -- howard greenberg, brooke'un babası.
ne yazık ki, babanın hayalini kurduğu bu gibi hikâyelerin gerçeklik bulma şansı şimdilik sıfırın üstünde gözükmüyor. brooke'un "düzeleceği" gün asla gelmeyecek olsa da, biliminsanları kendisinin üzerinde yapacakları çalışmaların "nasıl yaşlanıyoruz?" bilmecesinin cevabına biraz olsun ışık tutabileceği görüşünde birleşiyor. brooke ise tüm bunlardan habersiz bir şekilde, emeklemeye, nefes almaya ve bu gibi şeyler yapmaya devam ediyor. moroff baltimore, maryland'dan bildirdi. esenlikle kalın.

9 Ocak 2013 Çarşamba

vladimir franz



çek cumhuriyeti'nde başkanlık seçimleri 11-12 ocak 2013 tarihlerinde gerçekleşecek. sözkonusu seçimde tam tamına dokuz adet aday, müstakbel sabık başkan vaclav klaus'a haleflik etmek, ondan boşalacak olan koltuğa kurulmak, bacak bacak üstüne atmak ve ülkeyi kucağında hoplatmak için ter dökecek.


adaylar içinde ilk bakışta en fazla güven veren isim (ve işbu yazıyı yazma sebebim) kesinlikle nightcrawler vladimir franz. franz, aslen süperkahramanlık opera besteciliği ve ressamlık yapıyor. "kendi vücudum" adlı çalışmasında gördüğü kâbusları tuvale derisine yansıtmış. en önemli özelliği, bu toprakların çocuğu olması. franz içimizden biri. "halka hizmet, hakk'a hizmettir" lafını düstur edinmiş, sözüne sadık bir bohemya çocuğu. ve kim ne derse desin, nihayetinde o göründüğü gibi bir insan. içinin güzelliği dışına yansımış. zamanında kuran yakmış da olabilir, tam emin değilim. ayrıca seçilirse avrupa'nın ilk zombi siyahi ülke başkanı olarak tarihe geçecek. muhatap olacağı devlet başkanlarını da altına sıçtırma yöntemiyle manipüle edebileceğini tahmin ediyorum.

çek kardeşlerimiz için hayırlı bir seçim olması dileklerimle. unutmasınlar ki kim kazanırsa kazansın, kaybeden kendileri olacak.

30 Ekim 2012 Salı

gg allin manifestosu

"gerçek rock 'n' roll'un underground'lığına inanıyorsanız, kendisi için bir şeyler yapmanızın zamanı geldi. vakit konjonktürü alaşağı etme & müzik şirketlerine, radyo istasyonlarına, yayınlara, kulüplere ve günümüz sözümona "sahne"sine katkıda bulunan herkese karşı savaş açma vaktidir. her şeyi yıkmalı ve onu kurumsal şarlatanların ve konformistlerin elinden kurtarmalıyız. fakat eyleme şimdi geçilmeli ve kan dökülmeli.

öncelikle size kim olduğumu anlatayım. ben jesus christ allin ismiyle 1956'da lancaster, new hampshire'da dünyaya geldim. incilde öğrettikleri jesus christ şarlatan taklitçinin teki- kötürümlerin destek aldığı bir koltuk değneği. siktir edin o ibneyi! asıl herif benim. ana rahminde kendimi cehennem ateşlerinden yarattım. isa, tanrı ve şeytan arasında bir fark yok, çünkü hiçbiri de benden başkası değil. rock 'n' roll'u geri almak ve elde ettiğim güçler sayesinde gerçek "kral"ın kendim olduğunu ispatlamak için buradayım.

1956'da doğduğumda, rock 'n' roll henüz start alıyordu. neden sanıyorsunuz? çünkü onu ben yarattım. elvis'i ben yarattım. hepsini ben gerçekleştirdim. doğmadan evvel bile krokisini çiziyordum. fakat yıllar geçtikçe herkes koyuverdi. bu yüzden onu geri almaya hazırım. kimse ona sahip çıkmadı. kimsenin sabrı başladığı şeyi bitirmeye yetmedi. hepsi beni yüzüstü bıraktı ya da bir nedenle ben kendilerinin canını aldım. oyunlarını bozan bendim. fakat para ve tecimsel kaygılar hepsinin davayı satmasına neden oldu. iggy bile yüzümü kara çıkardı. sex pistols yüzümü kara çıkardı. sid aşık olduğunda yüzümü kara çıkardı (bu yüzden hepsi ölü). ve şimdilerde ramones çıkıp guns n' roses gibi grupları övüyor- var oluş amaçlarına ihanet ediyorlar.

fakat yıl 1991. son kanlı çatışmanın onyılındayız. rock 'n' roll'u kitlelerin elinden almalı ve konfor yahut uyumculuğa asla razı gelmeyecek kişilere geri vermeliyiz. akabinde sahnede intihar edeceğim ve rock 'n' roll'un kanı sonsuza dek evrenin zehri haline gelecek. etrafınıza bir bakın ve neler olduğunu görün. omurgasız kayıt şirketleri para, medya ve politikacıların oyuncağına dönmüş, anaakımın kıçını yalıyor. sözümona keskin radyo istasyonları karşı çıktıkları istasyonlar kadar bayık. sansürlü yayınlar takım elbiselilerin kıçını yalıyor, bürokratlarsa başkalarının kıçını. sözümona "yeraltı" yayıncılarının bile ellerini kana bulamaktan ödleri kopuyor. dünyayı nasıl daha harika bir yer haline getirebileceğimizi çığırmakla ve örtmecelere kafa yormakla meşguller. dile kolay.

savaşma vakti. öç alma vakti. rock 'n' roll'un şu halini bertaraf etmeliyiz. ürünlerini almayarak müzik şirketlerini yıkmalıyız. boykot. eğer bir kayda sahip olmanız gerekiyorsa, çalın onu. böylece sizin paranızı alamazlar. onları beslemekten vazgeçmeliyiz. desteğiniz bana gitmeli- gg allin'e; rock 'n' roll'un komuta lideri ve teröristine. neden şu anda hapishanede olduğumu sanıyorsunuz? çünkü benim kim olduğumu biliyorlar ve varlığımdan ürküyorlar. toplumumuz benim görevimi durdurmak istiyor. beyninizi yıkamak ve sizleri mtv'nin başına kilitlemek, onun durgun ve güvenli dünyasına hapsetmek istiyorlar. rock 'n' roll'u öldürmek için kurulmuş bir plan. ben kurtarıcınızım. bu yüzden toplum için bir tehdit olarak görülüyorum.

işte yapmanız gereken:

plakçınıza gidin ve ellerindeki tüm gg allin kayıtlarını isteyin. eğer stoklarında yoksa, sipariş etmelerini söyleyin. reddederlerse, yapmanız gerekeni yapın. radyo istasyonlarını arayın ve gg allin şarkılarını isteyin. bulduğunuz her yere sprey boyalarla "GG ALLIN" yazın. hastalığın yayıldığından ve scumfuc geleneğinin sürdüğünden haberdar olmalarını sağlayın. dolar banknotlarınıza "GG ALLIN" yazın. elinizdeki tüm banknotlara. insanlar parayı çöpe atmaz, böylece mesajı bedavaya ulaştırmış oluruz. hayatınızın her gününde bunu yapmalısınız. rock 'n' roll underground'u için yaşamalıyız. yeniden karanlık ve tehlikeli bir hâl alabilir. toplumumuz için -en başından beri olması gerektiği gibi- bir tehdit unsuru olabilir. KESİNLİKLE UZLAŞMAZ OLMALI. ve benim önderliğimde, bunlar gerçekleşecek. dostlarım, sizleri gerçek rock 'n' roll underground'ına sokmaya hazırım. haydi, başlayalım."

gg allen manifestosu, gg allen, 1991

gg allin 1956'da amerika'da doğdu. zor bir çocukluk, başarısız bir okul hayatı ve kaotik bir gençlik geçirdikten sonra dönemin punk kültüründen etkilenerek piyasaya atıldı. müziğinden çok, sahnede yaptıklarıyla ön plana çıktı. bunların arasında şarkı söylerken sıçmak, dışkısını seyircilere fırlatmak, seyircilerle kavga etmek, mikrofonu götüne sokmak gibi davranışlar yer alıyordu. eroin ve alkol bağımlısıydı. kendisini "son gerçek rock 'n' roller" olarak gören allin, rock 'n' roll'un toplum için bir tehlike unsuru oluşturması ve başkaldırı niteliği taşıması gerektiğine inanmaktaydı. ömrü boyunca elliden fazla defa tutuklandı. antisosyal kişilik bozukluğu ve borderline kişilik bozukluğundan muzdaripti. defalarca sahnede intihar edeceğini geveleyip durmuş olsa da, 1993 yılının bir gecesi, konser sonrasında yanlışlıkla speedball (eroin + kokain) overdose edince geberip gitti.

11 Eylül 2012 Salı

sevgili roosevelt...

internette gezinirken çok enteresan bir anekdotla karşılaştım. küba eski lideri fidel castro (d. 1926), aşağıdaki mektubu 1940 yılında zamanın amerikan başkanı franklin d. roosevelt'e (1882 - 1945) yazmış. sizlerin de görebileceği gibi mektubu yazdığında castro 13-14 yaşlarındaymış; ancak kendisinin 12 yaşında olduğunu belirtmiş.


Santiago de Cuba
Nov. 6, 1940
Mr. Franklin Roosevelt
President of the United States 
My good friend Roosvelt:
I don't know very English, but I know as much as write to you. I like to hear the radio, and I am very happy, because I heard in it, that you will be President for a new (periodo). I am twelve years old. I am a boy but I think very much but I do not think that I am writing to the President of the United States. If you like, give me a ten dollars bill green american, in the letter, because never, I have not seen a ten dollars bill green american and I would like to have one of them. 
My address is:
Sr Fidel Castro
Colegio de Dolores
Santiago de Cuba
Oriente. Cuba. 
I don't know very English but I know very much Spanish and I suppose you don't know very Spanish but you know very English because you are American but I am not American. 
(Thank you very much) 
Good by. Your friend, 
(Signed) 
Fidel Castro 
If you want iron to make your sheaps ships I will show to you the bigest (minas) of iron of the land. They are in Mayari Oriente Cuba.


ÇEVİRİ:

Santiago de Cuba
6 Kasım 1940
Bay Franklin Roosevelt
Birleşik Devletler Başkanı

İyi dostum Roosevelt:
İngilizce çok bilmiyorum, ama sana yazmak kadar biliyorum. Radyo duymayı seviyorum, ve çok mutluyum, çünkü onda senin yeni bir periodo için başkan olacağını duydum. Ben on iki yaşındayım. Ben bir çocuğum ama çok düşünüyorum ama Amerika Birleşik Devletleri başkanına yazdığımı düşünmüyorum. Hoşuna giderse, bana bir on dolar yeşil amerikan ver, mektupta, çünkü hiç, daha önce on dolar yeşil amerikan görmedim ve onlardan birine sahip olmak isterim.

Adresim:
Bay Fidel Castro

Colegio de Dolores
Santiago de Cuba
Oriente. Cuba.

Ben İngilizce çok bilmem ama İspanyolca çok bilirim ve zannedersem sen İspanyolca çok bilmezsin ama İngilizce çok bilirsin çünkü sen Amerikansın ama ben Amerikan değilim.

(Çok teşekkür ederim)

Gül güle. Dostun,

(İmza)

Fidel Castro

Gamilarini Gemilerini yapmak için demir istersen bölgenin sana en büyük demir (minas)ını göstereceğim. Onlar Mayari Oriente Cuba'da.

8 Eylül 2012 Cumartesi

araknodaktilil

kelime anlamı "örümcek parmaklar" olan araknodaktilil, örümcek adamı kıskandıracak kertede fiyakalı bir sendromdur. araknodaktilil, kişide doğuştan var olabileceği gibi, ömrün herhangi bir periyodunda da aniden baş gösterebilir. ortaya çıkma nedeni tam olarak kestirilememiş olsa da, hastaların radyoaktif örümcekler tarafından ısırılmış olma ihtimalleri katiyen elenmiştir. garbi tabiplerse harbi sebebin gen mutasyonları olduğu hususunda diretmektedir.

kişinin yalan söylemesi ya da benzeri herhangi bir durumda ilerleme göstermeyen sendrom, parmakların saat yönünde yüz seksen derece dönmesine olanak tanıyacak kadar azabilir.

6 Eylül 2012 Perşembe

muhtemelen bilmediğiniz bir-iki kavram [p]

pika: kulağa hoş bir şey gibi gelse de, aslen genellikle sindirilemeyen nesnelere karşı duyulan iştahla karakterize bir sapkınlığı belirtmek için kullanılıyor. tarihte de bu sapkınlığın pençesine düşen kişilere sıklıkla rastlanıyor ve bunlara itinayla pikaçu diyoruz. pikaçular olur olmadık yerde ve zamanda pikaaa diye anırmanın yanı sıra cam, çivi, saç, idrar, bok, daha, fazla, devam, edemeyeceğim, midem, kaldırmıyo gibi birçok maddenin konsümasyonunu- oh tanrım bu kadarı yeter

pronoya: paranoyanın karşıtı; ancak "bana bişey olmazcılık" anlamında değil; aksine, tüm dünyanın işi gücü yokmuşçasına kendisine iyilik etmekle kafayı bozmuş sevimli insancıklardan oluştuğunu varsayma, buna inanma hali. coelho'nun hastalığı.

prosopopoeia: üçüncü bir ağızdan konuşma yöntemi. hatibin, muhataplarına hitap ederken konuşan aslen kendisi değilmiş de bir başka kimse veya nesneymiş gibi davranması.

31 Temmuz 2012 Salı

FOP ile taşa dönmek

selamlar sevgili sakalistalar. bu yazımızda on beş yaşındaki amerikan kanaat önderleri tarafından "cool!" sıfatıyla anılmayı sonuna dek hak eden bir isme haiz olan bir hastalıkla tanışacağız: fibrodisplazi ossifikans progressiva (FOP).

kelime anlamını açarsak, "fibröz dokunun (fibro-) anormal biçimde gelişerek (-displazi) kademeli olarak (progressiva) kemikleşmesi (ossifikans)" sonucuna ulaşırız ki; yeterince açık olur.

kemik oluşumunu sağlayan gen, sağlıklı bireylerde doğumun ardından deaktive olur. FOP hastalarında ise işlerliğini sürdürür. bu hastaların kas, bağ ve lif dokuları, en ufak bir hasar görmeleri halinde kemikleşir. kemikleşmeyi önlemek içinse salt bu dokuların harabiyetinden kaçınmak yeterli olmaz. rutin yenilenme sürecine giren tüm dokular, kemiğe dönüşecektir. kişi adeta doğumunda medusa'yı görür; o günün ardından yavaşça ve acılar içinde "taşa dönmeye" başlayacaktır.

FOP karşısında tıbbın imkanları maalesef kısıtlıdır. hastalığın en vahim yanı, ameliyat karşısında vücuda gösterttiği tepkidir: GOP'lu bireyin ameliyatla temizlenen kemik doku aşırısı, operasyonun ardından kat be kat artarak yeniden ortaya çıkacaktır. bu durumda ameliyat bir opsiyon olmanın çok uzağında kalmakta, farmakoterapiyse (ilaç tedavisi) durumu hafifletmenin ötesine geçememektedir.

hastalığa ilişkin enteresan bir nokta, çok ileri safhalarında hastaların ömurlerinin geri kalanında içerisinde bulunacakları pozisyonu -ayakta veya oturur halde- seçmek durumunda kalmalarıdır.

21 Haziran 2012 Perşembe

LW et felis

çok ilginç bir vaka bu louis wain'inki. kendisinin adını ilk kez farmakoterapi dersinde; pek muhterem hocam muhteviyat kocamikrofon'un şu bağıra çağıra anlattıklarından birinde işitmiştim (işitmek durumunda kalmıştım). sadede gelecek olursam; wain bir ressam. onu eşsiz kılansa kedi resimleri çizmeye düşkünlüğü ve gerçeklik algısının giderek çarpıklaşması; ki frenkler bu ikincisine şizofreni demeyi marifet sayar.

zor bir hayat sürmüş wain. tavşan dudaklı olduğundan okula göndermemişler. henüz yirmisinde, babasının zamansız vefatı üzerine ailesine bakmak durumunda kalmış ve bunun üzerine çocukluğundan beri heves ettiği çizerliğe el atmış. çeşitli gazetelerde çalışmış. az zamanda çok ve büyük işler yapmış ve namını yürütmüş. kedi resmetme iptilasıysa sonraları, kanser olan karıcığının gönlünü ferah tutmak için evin neşe kaynağı, sevimli pisicik robert'i çiziktirmesiyle başlamış. refikasını kaybettikten sonraysa hayatını tamamıyla bu yeni düşküsüne adamış.

kediler. karakediler, pamuk beyazlığındakiler, melezler, renkli gözlüler, miyavlayanlar, noel baba kılığında hediye dağıtanlar, keman çalanlar, golf oynayanlar, güler yüzlüler, asık suratlılar. hepsi kendilerine wain'in tuvallerinde yer bulmuş. gelgelelim; harb-i umumi baş gösterince, wain'in yaşam şartları epey bir zorlaşmış ve bu sıralarda içerisinde bulunduğu derin çöküntünün neticesinde şizofreni illetine tutulmuş. bu dönem ve sonrasını kapsayan süreçte ortaya koyduğu eserlerse, bir şizofreniğin dünyasına ışık tutması bakımından oldukça faideli. ekşi sözlükten eula varner'in deyişiyle: "tavuskuşu kuyruğu veya kelebek kanadına daha çok benzeyen, rengarenk kaleydoskopik/fraktal desenli kediler resmetmeye başlamış."


şizofreninin kişinin zihninde oluşturduğu yıkımı kademeli olarak görmek istiyorsanız, wain'in eserlerine bir göz atmanızda yarar var.

wain'in progresif zihin bulanıklığını ortaya koyan,
kronolojik sıraya göre dizilmiş bazı eserleri.

otoportre. sağlığında çizdiği bir kedi portresi.

golf oynayan kediler.

24 Mayıs 2012 Perşembe

yeşil çam

(çok uzun zaman oldu. aslında özür dileyesim yok. süre zarfıyla alakalı herhangi bir vaatte bulunmuş değilim. daha da önemlisi, elimde değildi. nazal dekonjestan var, ama yazar dekonjestanı yok. kısacası tıkanırsanız modern tıbbın elinden bir şey gelmiyor. "git azıcık upper al, ginkgo al, tekrar dene" diyorlar insana. en azından ben kendime öyle dedim. o kadar yıl boşuna mı okuduk? cıkcıkcık. nedir? yazı. evet. buyrun.)

ormandan kestik çamı. çünkü... işte. süsleyip püsledik bir güzel. neden?.. bilmiyorum. canımıza susamış olmalıydık. çamı saksıya, saksıyı yunus abinin masasının kenarına, kıçımızı diken üstüne koyup beklemeye başladık. sinirli adamdı yunus abi. bakışları sert, solu çok tersti. tasvip etmezdi böyle haysiyetsiz, hayasız davranışları. yemekhanede yemek yiyordu o sırada. yedikleriyle adeta savaş verirdi yunus abi. çatalından kaçabilen pirinç tanesine, kaşığından paçayı sıyırabilen çorba yudumuna rastlanmamıştı. o gün de kuşbaşı dilinmiş tavuk göğsü parçalarıydı bir bir salavat getiren. yunus abinin çatalı mızrak gibi saplanıyordu göğüslerine. ne zaman ki her biri cehennemin dibini boyladı, abimiz de yorgun ama mağrur tavırlarla sandalyesinden kalktı ve o sırada midelerinde uçuşan kelebekleri avlamakla meşgul olan bizlere doğru yol aldı. çamı görmesiyle yaygarayı koparması bir oldu:

"KİM KOYDU LAN BUNU BURAYA? SİKTİMİNİN ÇAM AĞACI. MAKARAYA MI ALIYOSUNUZ LAN BENİ? BÖYLE İBNELİK YAPILIR MI LAN?!"

gülümsemeye başladık. bıyık altından. sonra birimiz kıkırdadı. alenen gülmeye, kahkahalar atmaya, kısacası sesimizi duyurmaya cesaretimiz yoktu sanırım. yine de yoktu keyfimize diyecek.

"AMARİGAN UŞAKLARI. HIRİSTİYAN KÖPEKLER! BULUCAM OLUM BUNU YAPANI! BULUCAM ULAN!"

pekala, bu kadarı da fazlaydı. masayı yumruklamaya başlamıştı bizimki. çok ileri gitmiştik belki de. yine de kimseden çıt çıkmadığını idrak etmesinin ardından anlamsız bir sükunete gark oldu ve yüksek yerlerden kendisine birkaç dakikalığına ödünç verildiğine kanaat getirdiğim peygamber sabrıyla, yeni ağaççığındaki her bir süsü nazikçe sökmeye başladı. bu batısızlaştırma eylemi ve abimizi içine soktuğu misyoner deyyuslara en güzel cevabı verdiği delüzyonu nihayet son bulup kendisini tekrar üç-beş kendini bilmeze maskara olduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorunda bırakınca, anlamsız bir biçimde söylenmeye- söylenmek ne kelime; düpedüz sayıklamaya başladı kültürümüzün varisi ve (ona ne şüphe ki!) murisi. mırıldanmalarını sürdürüp saksısı elinde, dış kapıyı aralarken, bizse kahkaha atma fikrini çoktan unutmuş, şaşkınlıkla birbirimize bakıyorduk. o dışarıda adım adım yavrusunu ekeceği bir yer bulmaya çalışırken, ben de gözlerimi diktiğim formika masanın desenlerinde pişmanlığımı boğmak istedim... yapamadım...

17 Mayıs 2012 Perşembe

krokodil yahut filmin sonuna sarış, kestirmeden varış

krokodiller gündüzleri uyur. zamanlarının çoğunu suda geçirirler. yaşamlarının ilk altı ayında evresinde yalnızca anne sütüyle böcekler, salyangozlar, kabuklular (midye tava) ve iribaşlarla beslenirler. ergenliğin ardındansa balık etinin ve memelilerin hastası olurlar. bu son kısım başka bir canlıyı andırdı sanki. yeri gelmişken, penisleri yalnızca birkaç santim uzunluğundadır. yeri gelmişken, beyinleri ortalama 11 gramdır. erkekleri, dişilerinden daha iridir. kalpleri dört gözlü, derileri pulludur. bizi de bu son kısım ilgilendiriyor.

rusya'da eroin ithalatı, genellikle afganistan üzerinden yürütülüyor. afganistan'ın vaziyeti ezelden beri çetrefilli olduğundan (facebook'ta ilişki durumunu it's complicated yapmış. türkiye'ninki? single), üstelik bu karmaşa ve kargaşa son yıllarda tavan yaptığından morfin üretimi, haliyle de eroin eldesi sekteye uğradı. artan talebin karşılanamadığı her pazarda olduğu gibi uyuşturucu sektöründe de ibre alternatiflere kaydı ve tanrıyı oynayan birileri krokodil'i yarattı.

krokodil: cehenneme gidiş biletiniz! içindekiler: iyot, çakmak gazı, endüstriyel temizlik yağı, boya inceltici, hidroklorik asit, kodein ve (nihayet) dezomorfin. anlayacağınız üzere, krokodil sokak satıcısından tedarik edebileceğiniz "ot," walter white'ın ürettiği "crystal," üçüncü sınıf diskoda elinize tutuşturulan "ex," aynı diskonun barında içkinize atılan "roş" kadar saf değil. haliyle opiyatlarınkilerin haricinde alengirli yan etkilerin de pençesine sürüklüyor kullanıcılarını. bunların en ciddisiyse karışıma ismini bahşeden, müptelaların bilhassa kol ve bacaklarını çürüten doku hasarı. bu öylesine ağır bir durum ki; kullanıcıların derileri siyaha dönüyor, eriyor, etleri kemiklerini açıkta bırakıncaya dek kayboluyor, kangrenler meydana geliyor, kişi zombiye dönüyor. fakat müptela öylesine güçlü ki, kişinin kendi yok oluşuna tanıklık etmek haricinde bir seçeneği kalmıyor. krokodilleşme süreci yaşamla ölüm arasında işleyen bir yürüyen merdiven gibi; ve herkesin bildiği gibi yürüyen merdivenin ortasında fikir değiştiremezsiniz.

çılgınlığın boyutlarını ortaya koyması açısından; rusya'da bir milyona yakın krokodil kullanıcısı var. krokodil eroinden üç kat daha ucuz ve on kat daha tesirli; ki eroinin kendisi de epeyce müessir bir uyuşturucu. krokodil kullanmaya başlayan kişinin maksimum yaşam beklentisi üç yıl.

bu blog için bile ağır olabileceği düşüncesiyle, resim eklemekten çekindim.  vazgeçtim, linklerde resimler mevcut. yine de kendilerine yalnızca, midenizin kaldırabileceğine inanıyorsanız göz atın:

[1][2][3][4][5][6][7][8]

2 Mayıs 2012 Çarşamba

ürün siteleri & yorumları

bu pejmürdelik için kusuruma bakmayın, ama dayanamadım.

"böyle saçma ürünleri kullanacağınıza iphone alın üç yıldır iphone kullanıyorum süper" - 1/5

"ben hiç kullanmadım ama şarjı çabuk bitiyo diyolar" - 1/5

"kendisinden beklediğim herşeyi yaptı diyebilirim kusursuz denebilir" - 3/5

"hiçbir eksiği yok, mükemmel." - 4/5

"iki yıldır her şey harika gidiyordu, derken bir gün yere düşürdüm ve garanti kapsamına girmediğini söylediler." - 1/5

"aslında satınalmadım ben bunu AHAHAHAH" - 1/5

"götüme benziyo." - 5/5

"KAÇ HAFTADIR BEKLİYORUM ADRESİME ULAŞMADI" - 5/5

"lütfen bu modelden daha fazla getirin stoğu bitmiş diyo" - 1/5

"bilgisayarımla uyumlu değildi" - 1/5

"sivilcelerime iyi geleceği söylendi. kullanmaya başladım, ama üç hafta sonra yeni sivilcem çıktı??" - 1/5

"doktorum bu markanın ürünlerini sakın kullanma dedi." - 1/5

"bu gibi ürünlerde bi ton kimyasal oluyor içine ne koydukları bile belli değil arkadaşlar sağlığınıza düşkünseniz almayın kanser olmaya meraklıysanız alın derim" - 1/5

"SÜTLERİN İÇİNDE ANTİBİYOTİK VAR VE BU GERÇEĞİ BİZDEN SAKLIYORLAR .BU ÜRÜNÜN İÇİNDE HİNDİSTAN CEVİZİ SÜTÜ VAR DİKKAT EDELİM" - 2/5

"sitrik asit (e 330 kod adlı) ve askorbik asit (e 300 kod adlı) çok zararlı maddeler bunları soframızdan uzak tutalım" - 2/5

"ALLAH MARANKİ HOCADAN RAZI OLSUN" - 5/5

24 Nisan 2012 Salı

theodore roosevelt lisesi ve %3 mezuniyet oranı

1918'de new york'ta kurulan theodore roosevelt lisesi, ülkenin en köklü eğitim kurumlarından biri olmasının yanı sıra eğitim kalitesiyle de parmak ısırttırmaktadır. uzman özel dersçi muallim kadrosu, yirmi birinci yüzyılın gerektirdiği yavşak yöneticilik anlayışı ve kantininde çıkan leziz sosisli sandviçleriyle TDL, ÖSS ya da şimdilerde ne deniyorsa işte o sınavda evvelinde defalarca yaptığı gibi bir kez daha adından söz ettirmeyi başarmış, namını yürütmüştür. okulun şüphesiz en büyük başarısı, 2005-2006 yılında yakaladığı %97'lik mezuniyetsizlik oranıdır. bu da, öğretmenlerinin öğrencileri üzerindeki beklentilerini açık bir şekilde yansıtmaktadır. zaten bu yıldan sonra da mektep kendisini toparlayamamış, bir daha eğitim-öğretim vermemek üzere zincirlemiştir. işbu karara dek bünyesinde herhangi bir düzeyde eğitim-öğretim verilip verilmediğiyse şüphelidir.

6 Nisan 2012 Cuma

retrospektif

"eeelüblülülüü... öyle bakarsın iştee... mal mal yürüyosuuun!" dedi kafasını servisin penceresinden çıkarıp ellerini kollarını sallayarak dikkatimi çekmeye çalışan küçük kız ve bu gün içinde aldığım en samimi iltifat oldu. "teşekkürler, o kadarını biliyorum, sen bırak onu bunu da bana derslerinden haber ver, türkçe yazılısını ne yaptın, namık hoca yine herkesi kırıp dökmüş, dökmek ne kelime, misal bana 45 vermiş, benden bahsediyoruz kızım, inanabiliyor musun? belagatim de oldukça iyidir halbuki, ama teoremde zayıfım herhal" diyecektim ki basıp gidiverdi servis. ben de, yüzümde bir gülümseme, devam ettim yoluma, ne yaparsın?

öğrencilik hayatınızın son dönemi hayatınızın geri kalanında sizi yeniden ilkokul, ortaokul, lise ya da üniversite yıllarına geri dönmek konulu düşler kurmaya değip değmeyeceği konusunda ikileme düşürebilecek kadar buhranlı bir şekilde geçtiyse, siz de bu gibi bir olayla karşılaştığınızda ortalama bir insanın kapılmaktan kendini alamayacağı geçmişi yad ediş dalgalarından sıyrılıp, onun yerine tüm öğrencilik günlerinize sövüp sayıyorsunuz.

şimdilik bu kadar.

23 Mart 2012 Cuma

spagetti ağacı şakası


1957'nin bir nisanında, bbc'de habercilik tarihinin belki de en büyük çaplı etkiye sahip şakası yapıldı. panorama programının kameramanı charles de jaeger, çocukluğunu avusturya'da geçirmişti. ilkokulda öğretmenleri, öğrencilerini kızdırmak için "spagettinin ağaçta yetiştiğini söylesem inanacaksınız, yemin ederim geri zekalısınız çocuklar!" diye isyan edermiş. kültür farkı tabi. ingiltere'de yaygın değilmiş o vakit spagetti. zengin yiyeceğiymiş, pahalıymış, yalnızca lüküs restoranlarda bulunurmuş. garipler ne bilsin.

hal böyleyken, bizimkinin aklına tüm ingilizlerin zeka geriliğinden muzdarip olduğunu kanıtlamak gelir ve bu sayede, programın üç dakikalık kısmı isviçreli ırgatların tarlalarında nasıl olup da spagetti yetiştirdiklerine, bu zorlu uğraşın inceliklerine ve bu gibi ehemmiyet arz eden birçok detaya ayrılır.

programı sekiz milyon kişi izler. içlerinden binlercesi bizzat kanalı arayarak konu hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak istediklerini ifade eder. kanaldan kendilerine verilen cevap ise manidardır: "domates salçasına bir spagetti filizi ekin ve sulamaya koyulun!"

hülasa, internet yokken yaşam zormuş a dostlar. ancak spagettisiz hayat, şüphesiz hepsinden beter...

19 Mart 2012 Pazartesi

no alarm and no surprises, please

"siz de müzeliksiniz hocam" dedi saba tümer, sabahın köründe. onunla yattığımı hatırlamıyordum... televizyon açık kalmış olmalıydı. doğruldum ve bakışlarımı karşımdaki aptal kutusuna yönelttim. gri, donuk ekranı selamladı beni. okkalı bir küfür savurdum. ne sikim oluyordu lan bu?

tiz bir kahkaha dağıttı düşünce balonumu. saba tümer kahkahası.* neydin sen be kadın? ne yapmıştım da böyle bir lanete bulaşmıştım acep? buna cevap aradım bir süre. ilkokul yıllarım huzur içinde geçmişti. yalnızca bir keresinde mahalledeki sokak köpeklerine müshil vermeye çalışan dombili ali kendisine yardım etmezsem onları üzerime salacağını ağzından tükürükler saçarak dillendirmişti de, ben de naifçe itaat etmiştim... bir gün içinde tüm sokaklar kahverengiye boyanmış, belediyeden ekipler gelip bir deri-bir kemik kalmış hayvancağızlardan canını kurtarmayı başarabilenlerini toplayıp götürmüştü. bu gibi düşünceler birbirini izliyor, ben de onların girdabında sürükleniyordum. sonra satori gibi bir şey oldu, kafamda binlerce havai fişek patladı... ancak o zaman seslerin kafamın içinden değil de, mutfaktan geldiğinin ayrımını yapabildim.

odadan çıktım, var gücümle mutfağa yöneldim. paniğe kapılmıştım, ancak koşturmanın bir anlamı yoktu, zaten tüm evin başıyla sonu on beş adım tutmazdı. mutfağın kapısında, daha önce hiç görmediğim, izbandut gibi bir herif karşıladı beni:
- günaydın hakan bey.
- günaydın, dedim. kibar bir adama benziyordu şu izbandut.
- sizi uyandırmak istemedik... ev sahibi haberiniz olduğunu söyledi.
- haberim mi... neyden?
- saba tümer'le bugün programının çekimleri, bir defalığa mahsus bu evde yapılmakta. hatırlarsanız geçen hafta içinde sekreterimiz mine hanım sizi arayıp onayınızı almıştı.

mine hanım... mine? iki hafta evvel mine diye bir hatunla takılmıştım, o olmasındı bu? "şu mine hanım" dedim, "nasıl biri? kusura bakmayın, uykumu alamayınca sersemleşirim de biraz."

sırıttı izbandut. beyaz dişlerini, yakışıklılığını açığa vuran, üzerinde çalışılmış bir mimikti bu. üzerine çektiği lacileri, endamını, kusursuz türkçesini tamamlıyordu. katlanamazdım böylelerinin gülümsemesine. çekemezdim benden iyi olanları... kimseyle geçinememem bu yüzdendi belki. bunlar aklımdan geçerken izbandutumuz boğazını temizledi ve anlatmaya başladı:

- siz mine'nin arkadaşı değil misiniz, hakan bey? on-on beş gün önce burada arkadaş grubunuzu kahvaltıya davet etmişsiniz. hepsi de evinizin manzarasına hayran kalmış. mine de ilk kez gelmiş size. buranın harika bir set olacağından bahsetmiş. (o bunları gevelerken bense "ha, şu bizim mine!" minvalinde alnımı kırıştırıyor, gözlerimi parlatıyor, sahte gülümsememi takınıyorum) haksız da sayılmaz doğrusu! bu arada ben ferhat, mine'nin nişanlısıyım.
- memnun oldum ferhat bey. doğrudur. siz anlatınca hatırladım. izninizle dışarı çıkıp bir şeyler atıştıracağım. sizlere kolay gelsin. işinizi bitirince kapıyı çeker, çıkarsınız. iyi günler.
- iyi günler, efendim. çok teşekkürler. ücretiniz banka hesabınıza yatırılacak.

iki dakika sonra dışarıdaydım. etrafa küfürler savurarak, sigaramı tüttürerek, yerde gördüğüm bir kola kutusunu tekmeleyerek sokağı arşınladım. soluğu köşe başındaki kahvede aldım. yarım akıllı insanlar, manasız sürprizler... tüm bunlar neden beni buluyordu?

cevabını asla veremeyecektim.

* http://i.imgur.com/P5zx5.jpg

18 Mart 2012 Pazar

"kaderin elinde büyümüş bir çocuğu sırtımda taşırken ayağım subirikintisine takıldı ve uçmaya başladım."

kaderin elinde büyümüş bir çocuğu sırtımda taşırken ayağım su birikintisine takıldı ve uçmaya başladım. evet, o büyülü zamanları daha dünmüşçesine, geceleri uykuma giren bir düşmüşçesine anımsıyorum. ıslak ayaklarıma kaçamak bir bakış savurup yerden kesildiklerinin ayırdına vardığımda bedenimi saran soğuk ter, aynı nemliliği tüm vücudumda hissetmeme sebep olmuştu. işte tam o sırada bilincimin kapısını çalmıştı sırtımdaki çocuk. boynuma sarılı değildi elleri. ensemi ısıtan nefesinin yerinde yeller esiyordu. yoktu. tökezleyişimin yarattığı sarsıntıya dayanamamış olmalıydı. var olmayan herhangi bir şeyden daha sahici değildi artık. hafızama kazılı irili-ufaklı sayısız anıdan başka, varlığını duyumsayabileceğim bir yer de kalmamıştı. zavallı yavrucak! tüm o düşünceler, sevinçler, umutlar, acılar, sıkıntılar, mekanlar, olaylar ve insanlarla birlikte kendisi de geçmişin kilitli kapılarının ardında hapsolmuş ve hiçliğin sonsuz karanlığına karışmıştı. onun kabuğundan sıyrılan bense zamanın ipine sıkıca sarılmış, yeniyetme bir yetişkin olmanın verdiği heyecanla yolculuğumun asla bitmemesini gizlice diler olmuştum.


# ilk cümle için tottokoro'ya teşekkürler.