30 Ekim 2012 Salı

gg allin manifestosu

"gerçek rock 'n' roll'un underground'lığına inanıyorsanız, kendisi için bir şeyler yapmanızın zamanı geldi. vakit konjonktürü alaşağı etme & müzik şirketlerine, radyo istasyonlarına, yayınlara, kulüplere ve günümüz sözümona "sahne"sine katkıda bulunan herkese karşı savaş açma vaktidir. her şeyi yıkmalı ve onu kurumsal şarlatanların ve konformistlerin elinden kurtarmalıyız. fakat eyleme şimdi geçilmeli ve kan dökülmeli.

öncelikle size kim olduğumu anlatayım. ben jesus christ allin ismiyle 1956'da lancaster, new hampshire'da dünyaya geldim. incilde öğrettikleri jesus christ şarlatan taklitçinin teki- kötürümlerin destek aldığı bir koltuk değneği. siktir edin o ibneyi! asıl herif benim. ana rahminde kendimi cehennem ateşlerinden yarattım. isa, tanrı ve şeytan arasında bir fark yok, çünkü hiçbiri de benden başkası değil. rock 'n' roll'u geri almak ve elde ettiğim güçler sayesinde gerçek "kral"ın kendim olduğunu ispatlamak için buradayım.

1956'da doğduğumda, rock 'n' roll henüz start alıyordu. neden sanıyorsunuz? çünkü onu ben yarattım. elvis'i ben yarattım. hepsini ben gerçekleştirdim. doğmadan evvel bile krokisini çiziyordum. fakat yıllar geçtikçe herkes koyuverdi. bu yüzden onu geri almaya hazırım. kimse ona sahip çıkmadı. kimsenin sabrı başladığı şeyi bitirmeye yetmedi. hepsi beni yüzüstü bıraktı ya da bir nedenle ben kendilerinin canını aldım. oyunlarını bozan bendim. fakat para ve tecimsel kaygılar hepsinin davayı satmasına neden oldu. iggy bile yüzümü kara çıkardı. sex pistols yüzümü kara çıkardı. sid aşık olduğunda yüzümü kara çıkardı (bu yüzden hepsi ölü). ve şimdilerde ramones çıkıp guns n' roses gibi grupları övüyor- var oluş amaçlarına ihanet ediyorlar.

fakat yıl 1991. son kanlı çatışmanın onyılındayız. rock 'n' roll'u kitlelerin elinden almalı ve konfor yahut uyumculuğa asla razı gelmeyecek kişilere geri vermeliyiz. akabinde sahnede intihar edeceğim ve rock 'n' roll'un kanı sonsuza dek evrenin zehri haline gelecek. etrafınıza bir bakın ve neler olduğunu görün. omurgasız kayıt şirketleri para, medya ve politikacıların oyuncağına dönmüş, anaakımın kıçını yalıyor. sözümona keskin radyo istasyonları karşı çıktıkları istasyonlar kadar bayık. sansürlü yayınlar takım elbiselilerin kıçını yalıyor, bürokratlarsa başkalarının kıçını. sözümona "yeraltı" yayıncılarının bile ellerini kana bulamaktan ödleri kopuyor. dünyayı nasıl daha harika bir yer haline getirebileceğimizi çığırmakla ve örtmecelere kafa yormakla meşguller. dile kolay.

savaşma vakti. öç alma vakti. rock 'n' roll'un şu halini bertaraf etmeliyiz. ürünlerini almayarak müzik şirketlerini yıkmalıyız. boykot. eğer bir kayda sahip olmanız gerekiyorsa, çalın onu. böylece sizin paranızı alamazlar. onları beslemekten vazgeçmeliyiz. desteğiniz bana gitmeli- gg allin'e; rock 'n' roll'un komuta lideri ve teröristine. neden şu anda hapishanede olduğumu sanıyorsunuz? çünkü benim kim olduğumu biliyorlar ve varlığımdan ürküyorlar. toplumumuz benim görevimi durdurmak istiyor. beyninizi yıkamak ve sizleri mtv'nin başına kilitlemek, onun durgun ve güvenli dünyasına hapsetmek istiyorlar. rock 'n' roll'u öldürmek için kurulmuş bir plan. ben kurtarıcınızım. bu yüzden toplum için bir tehdit olarak görülüyorum.

işte yapmanız gereken:

plakçınıza gidin ve ellerindeki tüm gg allin kayıtlarını isteyin. eğer stoklarında yoksa, sipariş etmelerini söyleyin. reddederlerse, yapmanız gerekeni yapın. radyo istasyonlarını arayın ve gg allin şarkılarını isteyin. bulduğunuz her yere sprey boyalarla "GG ALLIN" yazın. hastalığın yayıldığından ve scumfuc geleneğinin sürdüğünden haberdar olmalarını sağlayın. dolar banknotlarınıza "GG ALLIN" yazın. elinizdeki tüm banknotlara. insanlar parayı çöpe atmaz, böylece mesajı bedavaya ulaştırmış oluruz. hayatınızın her gününde bunu yapmalısınız. rock 'n' roll underground'u için yaşamalıyız. yeniden karanlık ve tehlikeli bir hâl alabilir. toplumumuz için -en başından beri olması gerektiği gibi- bir tehdit unsuru olabilir. KESİNLİKLE UZLAŞMAZ OLMALI. ve benim önderliğimde, bunlar gerçekleşecek. dostlarım, sizleri gerçek rock 'n' roll underground'ına sokmaya hazırım. haydi, başlayalım."

gg allen manifestosu, gg allen, 1991

gg allin 1956'da amerika'da doğdu. zor bir çocukluk, başarısız bir okul hayatı ve kaotik bir gençlik geçirdikten sonra dönemin punk kültüründen etkilenerek piyasaya atıldı. müziğinden çok, sahnede yaptıklarıyla ön plana çıktı. bunların arasında şarkı söylerken sıçmak, dışkısını seyircilere fırlatmak, seyircilerle kavga etmek, mikrofonu götüne sokmak gibi davranışlar yer alıyordu. eroin ve alkol bağımlısıydı. kendisini "son gerçek rock 'n' roller" olarak gören allin, rock 'n' roll'un toplum için bir tehlike unsuru oluşturması ve başkaldırı niteliği taşıması gerektiğine inanmaktaydı. ömrü boyunca elliden fazla defa tutuklandı. antisosyal kişilik bozukluğu ve borderline kişilik bozukluğundan muzdaripti. defalarca sahnede intihar edeceğini geveleyip durmuş olsa da, 1993 yılının bir gecesi, konser sonrasında yanlışlıkla speedball (eroin + kokain) overdose edince geberip gitti.

11 Ekim 2012 Perşembe

kibrit


"gecenin bi yarısı, saat başına bir arabanın geçmesinin olağandışı sayıldığı bir sokakta, iki arabanın arka arkaya geçmesini beklemek gibi olacağından bahsetmemiştin" derken, suratına bakılırsa ciddi olduğunu düşünebilirdiniz. ama ben, ciddi olduğunu söyleyemezdim; olayların bu noktaya geleceğini kestiremeyecek kadar düşünme kabiliyetinden yoksun olamazdı, tanıdığım kadarıyla olmamalıydı, şarkıda da dediği gibi: beyaz tavşanı takip ediyorsanız, düşmeyi de göze alacaktınız.

tartışmak gereksizdi, burada dil dökmelerimiz bir işe yaramayacaktı. karşımda oturup sussaydı da iletişim kurabilirdik; yani, eskiden öyleydi,  ve yetenekler kolay kolay kaybolmaz diye bilirdim. belki de aslında yapmak istediğimiz bir uzlaşıya varmak değildi şu konuşmada; sanırım arzumuz her şeyi tamamıyla yakmaktı ve bunun farkında mıydık, kendi adıma bilmiyordum.

"birisinin benzini dökmesi birisinin de kibriti çakması gerekiyordu ve görev paylaşımı konusunda sıkıntı yaşıyor gibiydik" diye düşünürken, aslında söyledikleriyle, şu suratıma bakmayan uzaklara dalmış gitmiş taklidi yapan bakışlarıyla, benzini çoktan dökerekten zaten çıkacak olan yangının tohumlarını ıslatmış olduğunu farkettim. salağa yatmakla meşguldüm; haksızlık vardı burada: kibriti çakmak sanki omuzlara daha çok sorumluluk bindiren bir işti. ama bi yandan da bana kalan görevin zorluk derecesi pek yüksek değildi: öyle drama yeteneğimi filan konuşturmama, afili cümleler kurmama  gerek yoktu, ben olmam ve ben olmamın getirdiği bir hareket gayet yeterli olacaktı, zaten başkası gibi davranmak pek bana göre bi iş değildi.

"haklısın" dedim, sadece "haklısın". ve bana kalırsa onun penceresinden bakıldığında haklıydı ama şöyle bir sorun vardı: elimizdeki veriler onun penceresinden görülenlerle kısıtlı değildi; ve o, o kısıtlı alandan baktığı sürece geri kalanı göremeyecekti. görmesini sağlamaya çalışabilirdim; ama bu, şu anki sondan daha farklı bir son sunmaktan ziyade, sadece benim de haklı olduğum yönler olduğunu gösterecekti ve ben bu işle uğraşacak zerre istek barındırmıyordum, hem zaten iyi adam olarak bilinmekten sıkılmıştım, biraz da kötü olarak bilineyim n'olacaktı, taşıyamayacağım bir sorumluluk gibi gelmiyordu hiç şu an.

diyeceği bir şey olmadığını, her şeyin bittiğini bilmeme rağmen, paltomu üzerime geçirirken nezaketen de olsa, suratımda umursamaya çalışıyomuş izlenimi yaratan bi ifadeyle -ki gerçekten umursayan bi ifade takınmak isterdim, ama şu an kaybetmeyi kabullenmeyle gelen boşvermişlik aşamasındaydım, baya baya üzgündüm ama umursayamıyordum işte- "diyeceğin bir şey var mı" gibilerinden önünde durdum. ağır ağır giyinmiştim ve bu süre içinde tahmin ettiğim gibi ağzını açmayı bırak; baktığı yönde, bakışlarında en ufak bir değişme olmadı bile. ben de üzerime düşen son görevi yaptım: "hoşçakal" diyip, arkamı döndüm ve kapıya kadar belki bir ihtimal bir şey der diye yavaş adımlarla gittim. ses gelmedi tabii ki, kapıda bekleme yapmadan çıktım, zaten yeterince yavaş davranmıştım.

kapıdan çıktıktan sonra ufukta kaybolacak olan ben iken, kaybolan tek şey boşvermişliğim olmuştu,  "çıkarken düşürdüm sanırım" diyip, geri dönmeye niyetlediysem de bu kadar saçmalamama izin veremezdim. oturmamın en az garipseneceği  en yakın yere çöküp, kulaklığı kulağıma geçirip, bi sigara yaktım, şarkının sözlerine mırıldanarak eşlik ettim:

Showed her and I told her how
She struck me but I'm fucked up now

8 Ekim 2012 Pazartesi

son beyazı


"şu hâlinle hayatta kalman mucize" dedi. dalgındım.

hayatımın şu gününe kadar aradığım mucizenin hayatımın kendisi olduğunu bildirmişti sanırım demin. dalgınlığımı savuşturmaya çalışıyorken, neyi kastettiğini derinlemesine düşünmeye başlamıştım. "galiba yarım metre dibimde kaliteli xenon farların uzunlar açık vazitette görüş alanımın içinde, gözüme 90 derece hizada olması" durumunu en azından bir kez yaşamış olmam durumundan bahsediyordu, hani şu kıyısından geri dönenlerin gördüğü ortak görüntü, hep bahsettiği kutsal beyazlık.

gözüne far tutulmuş tavşan* saçmalaması sıklıkla başıma gelen bir olaydı; fakat o kutsal beyazlıkla pek de alâkalı değildi sanırım bu. ama, tahminimce benzer şeyler olmalıydılar: o kadar yol almışken ölümden dönmek de saçma değil miydi ki yani şimdi?

anlattıklarını dinlemiyordum ve bana bakmadan konuştuğundan anlattıklarını dinlemediğimin farkında değildi. yine ilkokulda yeteri kadar yeşilay haftası kutlamamış bir doktor ile karşı karşıyaydım alt tarafı, nesini dinleyeydim. hava kirliliği, yediğimiz içtiğimizin içindeki bi ton katkı maddesi, modern hayatın bize yaşattığı şu stres, yediğimiz radyasyon s*kinde değildi de taka taka iki ciğere düşman olanlara takıktı sadece. insan dediğin yalnızca ciğerlerden mi ibaretti; bunun midesi vardı, kolu vardı, bacağı vardı, beyni hatta kalbi bile vardı be.

ve şu an; anlattığı konunun içeriği bakımından beynimi bulandırmak suretiyle ona zarar verirken, eş zamanlı olarak anlatırken kullandığı üslup ile de kalbime zarar vermekteydi. tüm bunları farkında olmadan yapmaktaydı, fark etseydi yapmazdı heralde, ne bileyim o kadar yıldır birbirimizi tanıyorduk ve birbirimizi bi bu kadar daha tanımak için vaktimiz olduğunu sanmıyordum. hatta aradan geçecek olan zaman bizi birbirimize yabancılaştırabilirdi bile belki.

"öyle olur muydu lan acaba" diye bi düşündüm, aklım şimdi de buna takılmıştı. sonra bi noktada böyle bir şey için en azından ikimizden birinin  "tanıdığına pişman olunan insanlar"dan olması gerektiğine kanaat getirdim, içimden "ikimiz de onlardan değiliz ki b'olum" diyip de rahatladım, bu saatten sonra da olmazdık sanırım.

sahi beni tanıdığına pişman olan bi insan tanımış mıydım ben acaba? hiç hatırlamıyordum. belki de vardı böyle insanlar da söylemeden çoktan çıkmışlardı zaten yaşam alanımdan. insan giderken bi söylerdi yahu, bilgilendirirdi böyle böyle diye, benim de kendimi tanımama yardımcı olmuş olurlardı, insanın kendisini hiçbir zaman tam olarak tanıyamayacak olması, kendisiyle tanışamayacak olması çok acı bir şeydi neticede.

ben daldan dala atlayan maymun misali düşünceden düşünceye geçerken, o çoktan önlüğünü çıkarıp, dışarı çıkmak için hazırlanmıştı bile, anca omzumu onun dürtmesiyle gelen irkilmemden sonra farkettim. "bir şeyler içmeye gidelim mi" şeklindeki sorusuna kafamı onaylar vaziyette sallayaraktan karşılık verirken ayağa kalktım, sonra da ardına düştüm.

11 Eylül 2012 Salı

sevgili roosevelt...

internette gezinirken çok enteresan bir anekdotla karşılaştım. küba eski lideri fidel castro (d. 1926), aşağıdaki mektubu 1940 yılında zamanın amerikan başkanı franklin d. roosevelt'e (1882 - 1945) yazmış. sizlerin de görebileceği gibi mektubu yazdığında castro 13-14 yaşlarındaymış; ancak kendisinin 12 yaşında olduğunu belirtmiş.


Santiago de Cuba
Nov. 6, 1940
Mr. Franklin Roosevelt
President of the United States 
My good friend Roosvelt:
I don't know very English, but I know as much as write to you. I like to hear the radio, and I am very happy, because I heard in it, that you will be President for a new (periodo). I am twelve years old. I am a boy but I think very much but I do not think that I am writing to the President of the United States. If you like, give me a ten dollars bill green american, in the letter, because never, I have not seen a ten dollars bill green american and I would like to have one of them. 
My address is:
Sr Fidel Castro
Colegio de Dolores
Santiago de Cuba
Oriente. Cuba. 
I don't know very English but I know very much Spanish and I suppose you don't know very Spanish but you know very English because you are American but I am not American. 
(Thank you very much) 
Good by. Your friend, 
(Signed) 
Fidel Castro 
If you want iron to make your sheaps ships I will show to you the bigest (minas) of iron of the land. They are in Mayari Oriente Cuba.


ÇEVİRİ:

Santiago de Cuba
6 Kasım 1940
Bay Franklin Roosevelt
Birleşik Devletler Başkanı

İyi dostum Roosevelt:
İngilizce çok bilmiyorum, ama sana yazmak kadar biliyorum. Radyo duymayı seviyorum, ve çok mutluyum, çünkü onda senin yeni bir periodo için başkan olacağını duydum. Ben on iki yaşındayım. Ben bir çocuğum ama çok düşünüyorum ama Amerika Birleşik Devletleri başkanına yazdığımı düşünmüyorum. Hoşuna giderse, bana bir on dolar yeşil amerikan ver, mektupta, çünkü hiç, daha önce on dolar yeşil amerikan görmedim ve onlardan birine sahip olmak isterim.

Adresim:
Bay Fidel Castro

Colegio de Dolores
Santiago de Cuba
Oriente. Cuba.

Ben İngilizce çok bilmem ama İspanyolca çok bilirim ve zannedersem sen İspanyolca çok bilmezsin ama İngilizce çok bilirsin çünkü sen Amerikansın ama ben Amerikan değilim.

(Çok teşekkür ederim)

Gül güle. Dostun,

(İmza)

Fidel Castro

Gamilarini Gemilerini yapmak için demir istersen bölgenin sana en büyük demir (minas)ını göstereceğim. Onlar Mayari Oriente Cuba'da.

8 Eylül 2012 Cumartesi

araknodaktilil

kelime anlamı "örümcek parmaklar" olan araknodaktilil, örümcek adamı kıskandıracak kertede fiyakalı bir sendromdur. araknodaktilil, kişide doğuştan var olabileceği gibi, ömrün herhangi bir periyodunda da aniden baş gösterebilir. ortaya çıkma nedeni tam olarak kestirilememiş olsa da, hastaların radyoaktif örümcekler tarafından ısırılmış olma ihtimalleri katiyen elenmiştir. garbi tabiplerse harbi sebebin gen mutasyonları olduğu hususunda diretmektedir.

kişinin yalan söylemesi ya da benzeri herhangi bir durumda ilerleme göstermeyen sendrom, parmakların saat yönünde yüz seksen derece dönmesine olanak tanıyacak kadar azabilir.

6 Eylül 2012 Perşembe

muhtemelen bilmediğiniz bir-iki kavram [p]

pika: kulağa hoş bir şey gibi gelse de, aslen genellikle sindirilemeyen nesnelere karşı duyulan iştahla karakterize bir sapkınlığı belirtmek için kullanılıyor. tarihte de bu sapkınlığın pençesine düşen kişilere sıklıkla rastlanıyor ve bunlara itinayla pikaçu diyoruz. pikaçular olur olmadık yerde ve zamanda pikaaa diye anırmanın yanı sıra cam, çivi, saç, idrar, bok, daha, fazla, devam, edemeyeceğim, midem, kaldırmıyo gibi birçok maddenin konsümasyonunu- oh tanrım bu kadarı yeter

pronoya: paranoyanın karşıtı; ancak "bana bişey olmazcılık" anlamında değil; aksine, tüm dünyanın işi gücü yokmuşçasına kendisine iyilik etmekle kafayı bozmuş sevimli insancıklardan oluştuğunu varsayma, buna inanma hali. coelho'nun hastalığı.

prosopopoeia: üçüncü bir ağızdan konuşma yöntemi. hatibin, muhataplarına hitap ederken konuşan aslen kendisi değilmiş de bir başka kimse veya nesneymiş gibi davranması.

31 Temmuz 2012 Salı

FOP ile taşa dönmek

selamlar sevgili sakalistalar. bu yazımızda on beş yaşındaki amerikan kanaat önderleri tarafından "cool!" sıfatıyla anılmayı sonuna dek hak eden bir isme haiz olan bir hastalıkla tanışacağız: fibrodisplazi ossifikans progressiva (FOP).

kelime anlamını açarsak, "fibröz dokunun (fibro-) anormal biçimde gelişerek (-displazi) kademeli olarak (progressiva) kemikleşmesi (ossifikans)" sonucuna ulaşırız ki; yeterince açık olur.

kemik oluşumunu sağlayan gen, sağlıklı bireylerde doğumun ardından deaktive olur. FOP hastalarında ise işlerliğini sürdürür. bu hastaların kas, bağ ve lif dokuları, en ufak bir hasar görmeleri halinde kemikleşir. kemikleşmeyi önlemek içinse salt bu dokuların harabiyetinden kaçınmak yeterli olmaz. rutin yenilenme sürecine giren tüm dokular, kemiğe dönüşecektir. kişi adeta doğumunda medusa'yı görür; o günün ardından yavaşça ve acılar içinde "taşa dönmeye" başlayacaktır.

FOP karşısında tıbbın imkanları maalesef kısıtlıdır. hastalığın en vahim yanı, ameliyat karşısında vücuda gösterttiği tepkidir: GOP'lu bireyin ameliyatla temizlenen kemik doku aşırısı, operasyonun ardından kat be kat artarak yeniden ortaya çıkacaktır. bu durumda ameliyat bir opsiyon olmanın çok uzağında kalmakta, farmakoterapiyse (ilaç tedavisi) durumu hafifletmenin ötesine geçememektedir.

hastalığa ilişkin enteresan bir nokta, çok ileri safhalarında hastaların ömurlerinin geri kalanında içerisinde bulunacakları pozisyonu -ayakta veya oturur halde- seçmek durumunda kalmalarıdır.

14 Temmuz 2012 Cumartesi

earthrise

earthrise, siktiğimin gezegeninin uzaydan insan eliyle çekilmiş ilk fotoğrafı. uzaktan ne kadar da şirin, ne kadar da mavi, ne kadar da zararsız duruyor değil mi? sağlığımıza kastın var ey dünya, ben seni nasıl seveyim!

gerçi her ne kadar böyle desek de astrolojiyi ele aldığımızda güneş sistemindeki diğer gezegenlere kıyasla dünya'nın daha bi masum olduğunu görüyoruz; siktiğimin jüpiterinin venüs'ü gölgelemesiyle hayatımıza kayışını unutmayalım gençler, hatırlayın o astroloji yorumlarını: "
Ekimde zaten Satürn sizi zorladığı konumdan çıkıyor ve Akrep burcuna girecek" mına kodum satürn'ü bize gireceği kadar girmiş zaten akrep'e girmese bari diyoruz ama durmuyor bizden çıkıp akrep'e giriyor. az mı gerginlik yaşadık, neptüm ipnesi güneş'ten uzaklaştı diye; eğitim ve aşk hayatımız sıkıntıya girmedi mi plüton götüm götüm bizim etki gezegeninize yaklaştı diye.


güneşi ve onun birkaç milyar yıl sonra çökecek sistemini 
toptan sevmiyorum ve de uğraşmayın sevdiremezsiniz; çünkü biliyorum ki o da beni sevmiyor, derken Velvet Underground'ın  1970 tarihli "loaded" albümünden işbu eser geliyor:


21 Haziran 2012 Perşembe

LW et felis

çok ilginç bir vaka bu louis wain'inki. kendisinin adını ilk kez farmakoterapi dersinde; pek muhterem hocam muhteviyat kocamikrofon'un şu bağıra çağıra anlattıklarından birinde işitmiştim (işitmek durumunda kalmıştım). sadede gelecek olursam; wain bir ressam. onu eşsiz kılansa kedi resimleri çizmeye düşkünlüğü ve gerçeklik algısının giderek çarpıklaşması; ki frenkler bu ikincisine şizofreni demeyi marifet sayar.

zor bir hayat sürmüş wain. tavşan dudaklı olduğundan okula göndermemişler. henüz yirmisinde, babasının zamansız vefatı üzerine ailesine bakmak durumunda kalmış ve bunun üzerine çocukluğundan beri heves ettiği çizerliğe el atmış. çeşitli gazetelerde çalışmış. az zamanda çok ve büyük işler yapmış ve namını yürütmüş. kedi resmetme iptilasıysa sonraları, kanser olan karıcığının gönlünü ferah tutmak için evin neşe kaynağı, sevimli pisicik robert'i çiziktirmesiyle başlamış. refikasını kaybettikten sonraysa hayatını tamamıyla bu yeni düşküsüne adamış.

kediler. karakediler, pamuk beyazlığındakiler, melezler, renkli gözlüler, miyavlayanlar, noel baba kılığında hediye dağıtanlar, keman çalanlar, golf oynayanlar, güler yüzlüler, asık suratlılar. hepsi kendilerine wain'in tuvallerinde yer bulmuş. gelgelelim; harb-i umumi baş gösterince, wain'in yaşam şartları epey bir zorlaşmış ve bu sıralarda içerisinde bulunduğu derin çöküntünün neticesinde şizofreni illetine tutulmuş. bu dönem ve sonrasını kapsayan süreçte ortaya koyduğu eserlerse, bir şizofreniğin dünyasına ışık tutması bakımından oldukça faideli. ekşi sözlükten eula varner'in deyişiyle: "tavuskuşu kuyruğu veya kelebek kanadına daha çok benzeyen, rengarenk kaleydoskopik/fraktal desenli kediler resmetmeye başlamış."


şizofreninin kişinin zihninde oluşturduğu yıkımı kademeli olarak görmek istiyorsanız, wain'in eserlerine bir göz atmanızda yarar var.

wain'in progresif zihin bulanıklığını ortaya koyan,
kronolojik sıraya göre dizilmiş bazı eserleri.

otoportre. sağlığında çizdiği bir kedi portresi.

golf oynayan kediler.

24 Mayıs 2012 Perşembe

yeşil çam

(çok uzun zaman oldu. aslında özür dileyesim yok. süre zarfıyla alakalı herhangi bir vaatte bulunmuş değilim. daha da önemlisi, elimde değildi. nazal dekonjestan var, ama yazar dekonjestanı yok. kısacası tıkanırsanız modern tıbbın elinden bir şey gelmiyor. "git azıcık upper al, ginkgo al, tekrar dene" diyorlar insana. en azından ben kendime öyle dedim. o kadar yıl boşuna mı okuduk? cıkcıkcık. nedir? yazı. evet. buyrun.)

ormandan kestik çamı. çünkü... işte. süsleyip püsledik bir güzel. neden?.. bilmiyorum. canımıza susamış olmalıydık. çamı saksıya, saksıyı yunus abinin masasının kenarına, kıçımızı diken üstüne koyup beklemeye başladık. sinirli adamdı yunus abi. bakışları sert, solu çok tersti. tasvip etmezdi böyle haysiyetsiz, hayasız davranışları. yemekhanede yemek yiyordu o sırada. yedikleriyle adeta savaş verirdi yunus abi. çatalından kaçabilen pirinç tanesine, kaşığından paçayı sıyırabilen çorba yudumuna rastlanmamıştı. o gün de kuşbaşı dilinmiş tavuk göğsü parçalarıydı bir bir salavat getiren. yunus abinin çatalı mızrak gibi saplanıyordu göğüslerine. ne zaman ki her biri cehennemin dibini boyladı, abimiz de yorgun ama mağrur tavırlarla sandalyesinden kalktı ve o sırada midelerinde uçuşan kelebekleri avlamakla meşgul olan bizlere doğru yol aldı. çamı görmesiyle yaygarayı koparması bir oldu:

"KİM KOYDU LAN BUNU BURAYA? SİKTİMİNİN ÇAM AĞACI. MAKARAYA MI ALIYOSUNUZ LAN BENİ? BÖYLE İBNELİK YAPILIR MI LAN?!"

gülümsemeye başladık. bıyık altından. sonra birimiz kıkırdadı. alenen gülmeye, kahkahalar atmaya, kısacası sesimizi duyurmaya cesaretimiz yoktu sanırım. yine de yoktu keyfimize diyecek.

"AMARİGAN UŞAKLARI. HIRİSTİYAN KÖPEKLER! BULUCAM OLUM BUNU YAPANI! BULUCAM ULAN!"

pekala, bu kadarı da fazlaydı. masayı yumruklamaya başlamıştı bizimki. çok ileri gitmiştik belki de. yine de kimseden çıt çıkmadığını idrak etmesinin ardından anlamsız bir sükunete gark oldu ve yüksek yerlerden kendisine birkaç dakikalığına ödünç verildiğine kanaat getirdiğim peygamber sabrıyla, yeni ağaççığındaki her bir süsü nazikçe sökmeye başladı. bu batısızlaştırma eylemi ve abimizi içine soktuğu misyoner deyyuslara en güzel cevabı verdiği delüzyonu nihayet son bulup kendisini tekrar üç-beş kendini bilmeze maskara olduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorunda bırakınca, anlamsız bir biçimde söylenmeye- söylenmek ne kelime; düpedüz sayıklamaya başladı kültürümüzün varisi ve (ona ne şüphe ki!) murisi. mırıldanmalarını sürdürüp saksısı elinde, dış kapıyı aralarken, bizse kahkaha atma fikrini çoktan unutmuş, şaşkınlıkla birbirimize bakıyorduk. o dışarıda adım adım yavrusunu ekeceği bir yer bulmaya çalışırken, ben de gözlerimi diktiğim formika masanın desenlerinde pişmanlığımı boğmak istedim... yapamadım...

17 Mayıs 2012 Perşembe

krokodil yahut filmin sonuna sarış, kestirmeden varış

krokodiller gündüzleri uyur. zamanlarının çoğunu suda geçirirler. yaşamlarının ilk altı ayında evresinde yalnızca anne sütüyle böcekler, salyangozlar, kabuklular (midye tava) ve iribaşlarla beslenirler. ergenliğin ardındansa balık etinin ve memelilerin hastası olurlar. bu son kısım başka bir canlıyı andırdı sanki. yeri gelmişken, penisleri yalnızca birkaç santim uzunluğundadır. yeri gelmişken, beyinleri ortalama 11 gramdır. erkekleri, dişilerinden daha iridir. kalpleri dört gözlü, derileri pulludur. bizi de bu son kısım ilgilendiriyor.

rusya'da eroin ithalatı, genellikle afganistan üzerinden yürütülüyor. afganistan'ın vaziyeti ezelden beri çetrefilli olduğundan (facebook'ta ilişki durumunu it's complicated yapmış. türkiye'ninki? single), üstelik bu karmaşa ve kargaşa son yıllarda tavan yaptığından morfin üretimi, haliyle de eroin eldesi sekteye uğradı. artan talebin karşılanamadığı her pazarda olduğu gibi uyuşturucu sektöründe de ibre alternatiflere kaydı ve tanrıyı oynayan birileri krokodil'i yarattı.

krokodil: cehenneme gidiş biletiniz! içindekiler: iyot, çakmak gazı, endüstriyel temizlik yağı, boya inceltici, hidroklorik asit, kodein ve (nihayet) dezomorfin. anlayacağınız üzere, krokodil sokak satıcısından tedarik edebileceğiniz "ot," walter white'ın ürettiği "crystal," üçüncü sınıf diskoda elinize tutuşturulan "ex," aynı diskonun barında içkinize atılan "roş" kadar saf değil. haliyle opiyatlarınkilerin haricinde alengirli yan etkilerin de pençesine sürüklüyor kullanıcılarını. bunların en ciddisiyse karışıma ismini bahşeden, müptelaların bilhassa kol ve bacaklarını çürüten doku hasarı. bu öylesine ağır bir durum ki; kullanıcıların derileri siyaha dönüyor, eriyor, etleri kemiklerini açıkta bırakıncaya dek kayboluyor, kangrenler meydana geliyor, kişi zombiye dönüyor. fakat müptela öylesine güçlü ki, kişinin kendi yok oluşuna tanıklık etmek haricinde bir seçeneği kalmıyor. krokodilleşme süreci yaşamla ölüm arasında işleyen bir yürüyen merdiven gibi; ve herkesin bildiği gibi yürüyen merdivenin ortasında fikir değiştiremezsiniz.

çılgınlığın boyutlarını ortaya koyması açısından; rusya'da bir milyona yakın krokodil kullanıcısı var. krokodil eroinden üç kat daha ucuz ve on kat daha tesirli; ki eroinin kendisi de epeyce müessir bir uyuşturucu. krokodil kullanmaya başlayan kişinin maksimum yaşam beklentisi üç yıl.

bu blog için bile ağır olabileceği düşüncesiyle, resim eklemekten çekindim.  vazgeçtim, linklerde resimler mevcut. yine de kendilerine yalnızca, midenizin kaldırabileceğine inanıyorsanız göz atın:

[1][2][3][4][5][6][7][8]

4 Mayıs 2012 Cuma

sinekleri satışa koymak




Yaşlı adam sinek satıyordu. günün en işlek saati olması gereken şu vakitte, girdiğim dükkandaki boşluğu en iyi bu şekilde tanımlayabilirdim.

içeride biraz fazla dolaşmıştım. bir şeyleri bulamıyormuşum gibi yaparken yaşlı adamı incelemekteydim aslında uzaktan uzağa: bu sinek satma işini normal bir şey olarak karşılamaktan çok, garip olduğunun farkında fakat umursamaz vaziyetteydi, aslında zihnen ölmüş sadece üzerinde yaşam sürdüğü vücuda vekalet ediyor gibiydi. vekaleti ondan birinin alacağı gün de pek uzak durmuyor gibiydi esasında. güneşin saçlarının tepesi açıkları ışıl ışıl parlattığı şu saatte rakı demlenmeye başlamanın başka bir açıklaması olamazdı.

rakıda bir fondip, bir yavaş yavaş yudum şeklinde gittiğini farkedecek kadar dükkanda oyalandım. "sarhoş olmamı bekleyip de kitapları ucuza kapatacağını sanıyorsan yanılıyorsun delikanlı" dedi. gülümsedim. gülümsememi hoş karşılamış olacak ki "buyurmaz mısın" dedi. oturdum, yapacak bir şeyim yoktu, böyle bir dayıdan gelen teklif reddedilemezdi; suratındaki her bir kırışık ilginç bir öyküye aitmiş gibi geliyordu -kaldı ki rakı tekliflerini pek reddedebilecek iradeye hayatımın şu gününe kadar ulaşamamıştım; çünkü rakı, içenin içindeki ilginç hikayeleri dışarı çağıran teşvik edici bir fısıltı gibiydi kulaklarda-. çektim tabureyi oturdum, bir çok şeyden konuştuk: krallardan ve soytarılardan, küçük ve can sıkıcı şeylerden, onun yanında en büyük konulardan da bahsettik. konulardan bazıları çıkmaz sokaklar gibiydi, devam edip vakit harcamak yerine geri dönmeyi tercih ettik. sustuk biraz, çok sustuk, sonra toptan sustuk.

2 Mayıs 2012 Çarşamba

ürün siteleri & yorumları

bu pejmürdelik için kusuruma bakmayın, ama dayanamadım.

"böyle saçma ürünleri kullanacağınıza iphone alın üç yıldır iphone kullanıyorum süper" - 1/5

"ben hiç kullanmadım ama şarjı çabuk bitiyo diyolar" - 1/5

"kendisinden beklediğim herşeyi yaptı diyebilirim kusursuz denebilir" - 3/5

"hiçbir eksiği yok, mükemmel." - 4/5

"iki yıldır her şey harika gidiyordu, derken bir gün yere düşürdüm ve garanti kapsamına girmediğini söylediler." - 1/5

"aslında satınalmadım ben bunu AHAHAHAH" - 1/5

"götüme benziyo." - 5/5

"KAÇ HAFTADIR BEKLİYORUM ADRESİME ULAŞMADI" - 5/5

"lütfen bu modelden daha fazla getirin stoğu bitmiş diyo" - 1/5

"bilgisayarımla uyumlu değildi" - 1/5

"sivilcelerime iyi geleceği söylendi. kullanmaya başladım, ama üç hafta sonra yeni sivilcem çıktı??" - 1/5

"doktorum bu markanın ürünlerini sakın kullanma dedi." - 1/5

"bu gibi ürünlerde bi ton kimyasal oluyor içine ne koydukları bile belli değil arkadaşlar sağlığınıza düşkünseniz almayın kanser olmaya meraklıysanız alın derim" - 1/5

"SÜTLERİN İÇİNDE ANTİBİYOTİK VAR VE BU GERÇEĞİ BİZDEN SAKLIYORLAR .BU ÜRÜNÜN İÇİNDE HİNDİSTAN CEVİZİ SÜTÜ VAR DİKKAT EDELİM" - 2/5

"sitrik asit (e 330 kod adlı) ve askorbik asit (e 300 kod adlı) çok zararlı maddeler bunları soframızdan uzak tutalım" - 2/5

"ALLAH MARANKİ HOCADAN RAZI OLSUN" - 5/5

24 Nisan 2012 Salı

theodore roosevelt lisesi ve %3 mezuniyet oranı

1918'de new york'ta kurulan theodore roosevelt lisesi, ülkenin en köklü eğitim kurumlarından biri olmasının yanı sıra eğitim kalitesiyle de parmak ısırttırmaktadır. uzman özel dersçi muallim kadrosu, yirmi birinci yüzyılın gerektirdiği yavşak yöneticilik anlayışı ve kantininde çıkan leziz sosisli sandviçleriyle TDL, ÖSS ya da şimdilerde ne deniyorsa işte o sınavda evvelinde defalarca yaptığı gibi bir kez daha adından söz ettirmeyi başarmış, namını yürütmüştür. okulun şüphesiz en büyük başarısı, 2005-2006 yılında yakaladığı %97'lik mezuniyetsizlik oranıdır. bu da, öğretmenlerinin öğrencileri üzerindeki beklentilerini açık bir şekilde yansıtmaktadır. zaten bu yıldan sonra da mektep kendisini toparlayamamış, bir daha eğitim-öğretim vermemek üzere zincirlemiştir. işbu karara dek bünyesinde herhangi bir düzeyde eğitim-öğretim verilip verilmediğiyse şüphelidir.

6 Nisan 2012 Cuma

retrospektif

"eeelüblülülüü... öyle bakarsın iştee... mal mal yürüyosuuun!" dedi kafasını servisin penceresinden çıkarıp ellerini kollarını sallayarak dikkatimi çekmeye çalışan küçük kız ve bu gün içinde aldığım en samimi iltifat oldu. "teşekkürler, o kadarını biliyorum, sen bırak onu bunu da bana derslerinden haber ver, türkçe yazılısını ne yaptın, namık hoca yine herkesi kırıp dökmüş, dökmek ne kelime, misal bana 45 vermiş, benden bahsediyoruz kızım, inanabiliyor musun? belagatim de oldukça iyidir halbuki, ama teoremde zayıfım herhal" diyecektim ki basıp gidiverdi servis. ben de, yüzümde bir gülümseme, devam ettim yoluma, ne yaparsın?

öğrencilik hayatınızın son dönemi hayatınızın geri kalanında sizi yeniden ilkokul, ortaokul, lise ya da üniversite yıllarına geri dönmek konulu düşler kurmaya değip değmeyeceği konusunda ikileme düşürebilecek kadar buhranlı bir şekilde geçtiyse, siz de bu gibi bir olayla karşılaştığınızda ortalama bir insanın kapılmaktan kendini alamayacağı geçmişi yad ediş dalgalarından sıyrılıp, onun yerine tüm öğrencilik günlerinize sövüp sayıyorsunuz.

şimdilik bu kadar.

23 Mart 2012 Cuma

spagetti ağacı şakası


1957'nin bir nisanında, bbc'de habercilik tarihinin belki de en büyük çaplı etkiye sahip şakası yapıldı. panorama programının kameramanı charles de jaeger, çocukluğunu avusturya'da geçirmişti. ilkokulda öğretmenleri, öğrencilerini kızdırmak için "spagettinin ağaçta yetiştiğini söylesem inanacaksınız, yemin ederim geri zekalısınız çocuklar!" diye isyan edermiş. kültür farkı tabi. ingiltere'de yaygın değilmiş o vakit spagetti. zengin yiyeceğiymiş, pahalıymış, yalnızca lüküs restoranlarda bulunurmuş. garipler ne bilsin.

hal böyleyken, bizimkinin aklına tüm ingilizlerin zeka geriliğinden muzdarip olduğunu kanıtlamak gelir ve bu sayede, programın üç dakikalık kısmı isviçreli ırgatların tarlalarında nasıl olup da spagetti yetiştirdiklerine, bu zorlu uğraşın inceliklerine ve bu gibi ehemmiyet arz eden birçok detaya ayrılır.

programı sekiz milyon kişi izler. içlerinden binlercesi bizzat kanalı arayarak konu hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak istediklerini ifade eder. kanaldan kendilerine verilen cevap ise manidardır: "domates salçasına bir spagetti filizi ekin ve sulamaya koyulun!"

hülasa, internet yokken yaşam zormuş a dostlar. ancak spagettisiz hayat, şüphesiz hepsinden beter...

20 Mart 2012 Salı

I am I am I am Superman and I can do anything

her seyi yapabilirmisim gibi geliyor, o yuzden uyuyacagim. hiçbir şeyi yapamayacak olsam da, yapacağım şey değişmezdi: o zaman da uyuyacak olurdum.

her koşulda ilk fırsatta yapacağım şey uyumak olacaksa, "bu her şeyi yapabilirim ben" hissiyatı sanki biraz yanılsama idi. her şeyi yapabilecekse niye uyumak istesindi ki insan; ne bileyim, uyku bir parça ölüm değil miydi esasında, eğer ki o süreç içerisinde görecek tatlı rüyalarınız yoksa?

aslına bakarsan kabus görmek de, hiçbir şey görmemekten iyi miydi ne bi yerde: panikle yataktan uyandıracak, heyecanlanacak şeyler olmaktaydı işte, hatırlanacak bir şeyler vardı uykunun içine dair, "gözleri kapadın-gözleri açtın"dan ibaret değildi. her günün başlangıcında, insanlık tarihinin en önemli felsefi sorunu sayılan "bugün de kaldığın yerden devam etmeli mi etmemeli mi konusu"nda senin kararına bir etki olacaktı belki, o rüya-kabus her neyse işte.

etkiler önemliydi, etkisizlikten sen de korkarsın kabul et, hepimiz korkarız bunda sorun edilecek bir şey yok; yaratılışımız kaynaklıydı hepsi, etkileşmek zorundaydık birileriyle, bir şeylerle, bazen yalnızca kendimizle. efsanedeki gibi insanlar yaratıldıkları gibi ikiye bölünüp parçalar birbirinden bağımsız rastgele dağıtılmışlardı belki. hayatımız diğer yarımızı aramakla geçecekti, onu aramaya çalışmadan hayata devam edemezdik, bulana kadar etkileşirdik yapabildiğimiz kadar. belki hiç bulamayacaktık o tamamlayacak parçayı; ama bu etkileşimler avutacaktı bizi. belki de sadece aramaktı tüm olay, bulmak değil; sonuna gelmeden bilemezdik, hepsi bu.



# ilk cümle için dansedenayi'ya teşekkürler.

19 Mart 2012 Pazartesi

no alarm and no surprises, please

"siz de müzeliksiniz hocam" dedi saba tümer, sabahın köründe. onunla yattığımı hatırlamıyordum... televizyon açık kalmış olmalıydı. doğruldum ve bakışlarımı karşımdaki aptal kutusuna yönelttim. gri, donuk ekranı selamladı beni. okkalı bir küfür savurdum. ne sikim oluyordu lan bu?

tiz bir kahkaha dağıttı düşünce balonumu. saba tümer kahkahası.* neydin sen be kadın? ne yapmıştım da böyle bir lanete bulaşmıştım acep? buna cevap aradım bir süre. ilkokul yıllarım huzur içinde geçmişti. yalnızca bir keresinde mahalledeki sokak köpeklerine müshil vermeye çalışan dombili ali kendisine yardım etmezsem onları üzerime salacağını ağzından tükürükler saçarak dillendirmişti de, ben de naifçe itaat etmiştim... bir gün içinde tüm sokaklar kahverengiye boyanmış, belediyeden ekipler gelip bir deri-bir kemik kalmış hayvancağızlardan canını kurtarmayı başarabilenlerini toplayıp götürmüştü. bu gibi düşünceler birbirini izliyor, ben de onların girdabında sürükleniyordum. sonra satori gibi bir şey oldu, kafamda binlerce havai fişek patladı... ancak o zaman seslerin kafamın içinden değil de, mutfaktan geldiğinin ayrımını yapabildim.

odadan çıktım, var gücümle mutfağa yöneldim. paniğe kapılmıştım, ancak koşturmanın bir anlamı yoktu, zaten tüm evin başıyla sonu on beş adım tutmazdı. mutfağın kapısında, daha önce hiç görmediğim, izbandut gibi bir herif karşıladı beni:
- günaydın hakan bey.
- günaydın, dedim. kibar bir adama benziyordu şu izbandut.
- sizi uyandırmak istemedik... ev sahibi haberiniz olduğunu söyledi.
- haberim mi... neyden?
- saba tümer'le bugün programının çekimleri, bir defalığa mahsus bu evde yapılmakta. hatırlarsanız geçen hafta içinde sekreterimiz mine hanım sizi arayıp onayınızı almıştı.

mine hanım... mine? iki hafta evvel mine diye bir hatunla takılmıştım, o olmasındı bu? "şu mine hanım" dedim, "nasıl biri? kusura bakmayın, uykumu alamayınca sersemleşirim de biraz."

sırıttı izbandut. beyaz dişlerini, yakışıklılığını açığa vuran, üzerinde çalışılmış bir mimikti bu. üzerine çektiği lacileri, endamını, kusursuz türkçesini tamamlıyordu. katlanamazdım böylelerinin gülümsemesine. çekemezdim benden iyi olanları... kimseyle geçinememem bu yüzdendi belki. bunlar aklımdan geçerken izbandutumuz boğazını temizledi ve anlatmaya başladı:

- siz mine'nin arkadaşı değil misiniz, hakan bey? on-on beş gün önce burada arkadaş grubunuzu kahvaltıya davet etmişsiniz. hepsi de evinizin manzarasına hayran kalmış. mine de ilk kez gelmiş size. buranın harika bir set olacağından bahsetmiş. (o bunları gevelerken bense "ha, şu bizim mine!" minvalinde alnımı kırıştırıyor, gözlerimi parlatıyor, sahte gülümsememi takınıyorum) haksız da sayılmaz doğrusu! bu arada ben ferhat, mine'nin nişanlısıyım.
- memnun oldum ferhat bey. doğrudur. siz anlatınca hatırladım. izninizle dışarı çıkıp bir şeyler atıştıracağım. sizlere kolay gelsin. işinizi bitirince kapıyı çeker, çıkarsınız. iyi günler.
- iyi günler, efendim. çok teşekkürler. ücretiniz banka hesabınıza yatırılacak.

iki dakika sonra dışarıdaydım. etrafa küfürler savurarak, sigaramı tüttürerek, yerde gördüğüm bir kola kutusunu tekmeleyerek sokağı arşınladım. soluğu köşe başındaki kahvede aldım. yarım akıllı insanlar, manasız sürprizler... tüm bunlar neden beni buluyordu?

cevabını asla veremeyecektim.

* http://i.imgur.com/P5zx5.jpg

18 Mart 2012 Pazar

"Keşifte çok geç kalmışsınız."

-keşifte çok geç kalmışsınız.
-anlayamadım?
-çok geç işte.
-peki.

kafasından cümleyi çıkaramadan tüm yolu geri yürüdü, ne kadar geç kalmış olabilirdi; düşündü. geç kalmanın geçi-erkeni mi olurdu? beyninin yarısı "geç kalmışsam geç kalmışımdır" diye geçiştirmeye çabalarken, "geç kalınmamış olsa, ihtimaller yaşamı farklı varyasyonlarla ilerletmiş olur muydu?" sorusu diğer yarısında dönmekteydi. zaman, geç kalıp kalmama meselesi, geç kalmanın ölçülebilirliği ... tüm bu beyin aktivitelerine değecek kadar büyük sorular mıydı tüm bunlar?
tüm bu kafasında dönen düşünceler içerisinde tekel'e uğrayıp ihtiyaç molası verdiğini, iki kolon sayısal oynadığını, eve girip kendini direkt yatağa attığını, birkaç dal sigara tüttürüp bi yandan da kendisi için mitleşmiş kırmızı'yı içtiğini, açtığı listede bilmem kaç şarkı döndükten sonra fark etmişti. düşünmeye başlamaktan, farkındalığa kadar olan kısmın tümünü beynini stand-by'a almak suretiyle başarabilmişti. taa ki "john frusciante-time is nothing" rastgele gelip de; kendisini 4. boyuttan bi dürtmeyle uyandırana kadar: tüm bu zamanla ilgili düşünme çalışmaları; gereksizliğin, dünyaya herhangi bir iz bırakma ihtiyacı duymamış ilkel bir topluma ait sadece konuşulan, yazıya dökülmeyen bir dildeki karşılıklarından biriydi.


# ilk cümle için tottokoro'ya teşekkürler.

Evsiz, Heimatlos, SDF, Homeless


 
Zengin bir semtte, icini ordan burdan bulunmus eski yorgan, yastikla doldurdugu el arabasiyla dolasiyordu. Luks arabalarin yagmurlu havada yorganini islatmasina aldirmadan kendine yatacak yer ariyordu. Saat kulesinin cani, vapurun dudugu, tiklim tiklim dolu salondan gelen kahkaha ve muzik sesleri artik yatma vaktinin geldigini soyledi. El arabasini otobus duraginin tentesinin altina ozenle yerlestirdi, durakta bekleyen birkac kisiye selam verdi. Yastigini sokak lambalarinin en az aydinlattigi yere yerlestirdi, yorganin uzerindeki yapraklari silkti ve bir hamlede yataginin icine kuruluverdi. Ruyasinda buyuk bir kahvalti sofrasinda olmayi hayal etti ama bu hayalin heyecani uzun surmedi. Gozlerini actiginda el arabasini sarsarak kendisini uyandirmaya calisan, kisa boylu, sisman polisi gordu. Polisin kendisine soylediklerinin pek cogunu anlamadan, arabadan indi, yastigini ve yorganini duzeltip, sokak isiklarinin parlattigi islak kaldirimda yuruyerek kendisine yatacak yeni bir yer aramaya basladi.


Kalkti. Ruyasinda gordugu bu yabanci sehri tanimiyordu. Muhtemelen hic tanimayacakti da. Sokakta yagmur altinda uyumaya calisanlari uyandirma gorevi ustlenen birilerinin oldugu sehre neden gitmek istesindi ki?


Katedral cevresinin yaz kis durmayan ruzgari, terli alnina carpiyordu. Kazaginin yeniyle alnini sildi, yaninda kendisiyle birlikte yasayan kopeginin basini oksadi. Gitmek icin ayaga kalktiginda kopek etrafinda dolanmaya baslamisti bile ama bu karninin aciktiginin gostergesi degildi. Esyalarini toplarkan kosedeki kafede oturan arkadasini gordu. Kopegini kafenin karsisindaki insaatin iskelesine bagladi. Yorgan, yastik ve birkac sise sudan olusan yukunu kopegin yanina birakip, masaya oturdu. Masada duran biradan bir yudum aldi, sigarasini sarmaya basladi. Keyfi yerine gelmisti simdi gordugu kotu ruyadan sonra. Garson kadin kendisine buyuk bir bardak bira getirdikten sonra telefonu calmaya basladi. Yan masada oturan birkac genc kendisi hakkinda senaryolar uretmeye baslamisti bile telefonla konusurken. Telefondan sonra arkadasiyla bir sure daha konusup birlikte kalktilar.


Cantasini sirtina asti, kopeginin ipini bagli oldugu demirden kurtardi, arnavut kaldirimi sokaktan sola donerek gozden kaybolu.


                                                                                                                 
St. Patrick’s Day 2012... 



"kaderin elinde büyümüş bir çocuğu sırtımda taşırken ayağım subirikintisine takıldı ve uçmaya başladım."

kaderin elinde büyümüş bir çocuğu sırtımda taşırken ayağım su birikintisine takıldı ve uçmaya başladım. evet, o büyülü zamanları daha dünmüşçesine, geceleri uykuma giren bir düşmüşçesine anımsıyorum. ıslak ayaklarıma kaçamak bir bakış savurup yerden kesildiklerinin ayırdına vardığımda bedenimi saran soğuk ter, aynı nemliliği tüm vücudumda hissetmeme sebep olmuştu. işte tam o sırada bilincimin kapısını çalmıştı sırtımdaki çocuk. boynuma sarılı değildi elleri. ensemi ısıtan nefesinin yerinde yeller esiyordu. yoktu. tökezleyişimin yarattığı sarsıntıya dayanamamış olmalıydı. var olmayan herhangi bir şeyden daha sahici değildi artık. hafızama kazılı irili-ufaklı sayısız anıdan başka, varlığını duyumsayabileceğim bir yer de kalmamıştı. zavallı yavrucak! tüm o düşünceler, sevinçler, umutlar, acılar, sıkıntılar, mekanlar, olaylar ve insanlarla birlikte kendisi de geçmişin kilitli kapılarının ardında hapsolmuş ve hiçliğin sonsuz karanlığına karışmıştı. onun kabuğundan sıyrılan bense zamanın ipine sıkıca sarılmış, yeniyetme bir yetişkin olmanın verdiği heyecanla yolculuğumun asla bitmemesini gizlice diler olmuştum.


# ilk cümle için tottokoro'ya teşekkürler.

13 Mart 2012 Salı

alev seni çağırıyo

film senaryosu önerisi: çevresinde sıradan bir üniversite öğrencisinden fazlası olduğu intibası uyandırmayan tonguç, birtakım anlaşılmaz ruhani güçler sayesinde sınıfındaki öğrenciler arasında nalları ilk dikecek kişinin aybars olduğunu, kendisininse azrail'in defteri dürülecekler listesinde ikinciliği kimselere kaptırmadığını öğrenir. cinlere teşvik primi verdiğinden cehennemde kendisini bekleyen alevleri ta bu dünyadan hissedebilen tonguç, ömrünün geri kalanında aybars'ı her türlü beladan korumaya ant içer.

tarz: sikimsonik aksiyon gibi, ama fantastik ögeler de içeriyo

film adı: "alev seni çağırıyo" yahut "koruyucu şeytan"

süre: 119 dk

imdb puanı: 5,7 (asla dikkat çekemeyecek kadar sıradan)

yönetmen: mahsun kırmızıgül

oyuncular:
satanist evlat arif (tonguç),
metin özerdoğan (ruhani güçler - sadece sesi duyuluyo),
kenny [south park] (aybars),
emma watson (tonguç'un sevgilisi; film reyting alsın diye sırf),
inek (inek; alakasız bi sahnede var),
egemen bağış (kendisi).

"canım bir yarım ekmeğin içini salam ve beyaz peynirle doldurmak istiyordu"

(yeni blog konsepti: gelişigüzel bir cümleyi manidar bir metne ulaştırmak.)

canım bir yarım ekmeğin içini salam ve beyaz peynirle doldurmak istiyordu. bunu yapacak ve sonrasında yeniyetme ressamların kıçıkırık otoportrelerine yaptığı gibi, saatlerce kendisini izleyecektim. hayır, canım yemek istemiyordu. hayır, aç değildim. rivayet edilirdi ki geçmişi yoksulluğun pamuk ipliğiyle örülmüş her kim beyaz peynir ve salamı ekmeğin hamurunda buluşturursa; yüreğinde saklambaç oynayan çocukluk anıları, ufukta uçurtmalarıyla birlikte yitip giden düşleri, herkesten sakındığı ilk harçlık, annesinden yediği son azar, babasından yediği son dayak, midesindeki kelebekleri kanatlandıran ilk aşk, göğsünü kabartan ilk öpücük... de onları takip eder ve kokularına karışır, kişiyi en harbi saykedeliklerin çıkaramayacağı bir yolculuğa sevk ederdi. işte bu nedenle benim gibi bazılarının dini nostalji, peygamberiyse salam ve beyaz peynirli ekmek kokusu idi.

12 Mart 2012 Pazartesi

futbol savaşı (la guerra del fútbol)

hayır; başlıktaki "savaş" sözcüğü sözkonusu spordaki rekabeti ve bu rekabetin sonuçlarını ifade etmek için kullanılmadı. futbol savaşı, el salvador ile honduras arasında 1969 yılında patlak vermiş bir savaştı. topun haricinde; tüfekle, ağır sanayi hamleleriyle edilen, tarafların birbirini öldürme emeli güttuğü, üç bini aşkın kişinin katlolduğu, kanlı bir cenk.

yirminci yüzyılın başından itibaren, salvadorlular tası tarağı toplayıp taşı toprağı altından işlenmiş memlekete, honduras'a göç ediyordu. bu durum honduras'ın topraklarının hatırı sayılır bir kısmını elinde bulunduran ağababalarını, muteber şirketleri kıllandırmış, hükümetin başında bulunan kuklalarının iplerini öfkeyle çekiştirmelerine neden olmuştu. bunun sonucunda honduras hakanları ve bakanları bir araya gelerek literatüre "geldikleri gibi giderler kanunu" (ing. salvadori punks fuck off) şeklinde geçen birtakım yüksek ehemmiyete sahip nehiylerle salvadorlu kaçakların def edilmelerinin önünü açtı. sonrasındaki süreçte tatsız, huzursuz, itiş-kakış dolu sabahlara uyandı iki ülke sakinleri. husumet dinmedi... aksine, bir girdaba kapılmışçasına sürüklenir oldu yalnız ve güzel ülkelerin vatanperver insanları.

ortam böylesine gerilmişken, 1970 dünya kupası elemeleri de süratle neticelenmeye devam ediyordu. kader bu ya, iki ülke takımlarının da honduras'ta karşılıklı ayaktopu tepmesi uygun görülmüştü. bu müsabaka, tarafların arasındaki anlaşmazlıkları savaş meydanı yerine çim sahalarda çözerek devletlerarası ilişkilerde yeni bir dönem başlatmalarına önayak olabilirdi; ancak bu tarihi fırsat -üstelik hiç değerlendirilmeye dahi alınmadan- bir ayaktopuymuşçasına tepildi. bunun yerine, savaşı stadyumlara taşımak gerektiği düşünüldü ve gürültüler, patırtılar, arbedeler çıktı; birileri öldü, ötekiler ölenlere nazire yaparmışçasına sağ kaldı. kazanan yılandı; kaybedense ademiyet. müsamerenin ikinci perdesi, el salvador'da sergilendi: ilkinin sıkıcı bir tekrarı... son perdedeyse sahneye kahpe kader çıktı. bu iki hasım, dünya kupası'na gidiş bileti için meksika'da son bir tangoya davetliydi.

dakikalar birbirini izleyip doksanıncıyı da aralarına katınca, hep beraber bitiş düdüğünü üflemeye giriştiler. "her bitiş bir başlangıçtır" derler ya, işte skor tabelasındaki
EL SALVADOR 3 : 2 HONDURAS yazısı da el salvador hükümdarının koltuklarını epey bir kabartmış ve honduras büyükelçisinin kıçına tekmeyi basmasına, bununla da yetinmeyip savaş girişimlerinde bulunmasına neden olmuştu.

dört gün boyunca hüküm süren kaos yüzbinlercesinin evini, onbinlercesinin işini, binlercesinin canını elinden almıştı. demek ki "futbol adam bıçaklamaktır" gibi anlamlı sözler durup dururken ortaya çıkmıyor. bir bak bakalım, neden söylenmiş? öyle değil mi?

(savaşın ismini ilk gördüğümde, pek olağandışı bir durumu anlattığını sanmış, heyecanlanmıştım kendimce. futbolla ayyuka çıkan bir gerilimmiş hepi topu. buna rağmen, yazmak candır elbet.)

6 Mart 2012 Salı

yine yazıyorsam iğreniyorum demektir

OTUZBİR ÇEKİYORSUN, BELKİ DE SONUNCUSUNUN ARDINDAN ELLERİNİ BİLE YIKAMADIN ve o ıslak ellerini klavyenin tuşlarında gezdiriyorsun. sırayla şu tuşlara gidiyor parmakların: "merhabalar efendim. sizlerin o güzel çehresini göremediğim için günlerdir perperişanım. sağlığınıza duacıyım..." ve sözcüklerin benim asla ulaşamayacağım bir şairanelikte akıp giderken, tiksiniyorum senden nazik insan. takım elbisesini kuşanıp her ismin kuyruğuna "bey"ler ve "hanım"lar düğümleyen arsız insan. söyledikleri asla söylemek istediklerine denk düşmeyen insan. hayat köprüsünü ayılarla birlikte arşınlayan insan. es kaza karşılaştığı samimiyette kabalık bulan, varlığıyla nabarışık insan. tek başına kaldığında idine teslim olan insan. hepimizden birisin. resmiyet denen illeti soluyorsun. onu çayına katıyor, ekmeğinle yiyorsun. ve ben de sana dönüşüyorum. her geçen gün biraz daha sen oluyorum! ikinci yüzüm çıkıyor ve ilkini gölgede bırakıyor.

2 Mart 2012 Cuma

uluslararası civciv birimi


böyle bir birim varmış. kısaltması da ICU (international chick unit). kanatlı hayvanların D vitamini gereksinimini civcivlerin gereksinimi üzerinden ifade ediyorlarmış. bu birimi duyunca nedense irkildim.

"bir civcivin ölümü trajedidir, ancak bir milyon civciv birimi istatistiktir" -- josef stalin

güncelleme ikiüçikibinoniki

bazen boş işlerle uğraştığımı düşündüğüm oluyor. sonra şöyle bi diğer insanların ne yaptığına bakıyorum, "e lan bunların uğraştığı, önemsediği şeyler bana göre daha boş işler b'olum" diyip de; boş işlerimle uğraşmaya devam ediyorum.

kendimle ilgili şüphelerim azalıyor; galiba aptallaşıyorum. "ignorance is bliss"i "aptallık rahatlıktır bebeğim" şeklinde yorumlu ve yarakkürek bir çeviri yoluna gider ve de konuyu s*ktir eder geçerim.

bi de biri dünyanın eğimiyle oynadı sanırım, bi tarafa doğru meyil var arkadaşım, aşağı doğru gidiyoruz hafif hafif kaymak suretiyle. ben dibi bulmadan önce, ilgilileri göreve çağırıyorum.
kesin yine bu özgüven dolu ipnelerin işidir mk; hepiniz bi taraf toplandınız da, tepsi dünyamızın tek bir yönden ağır çekmesine sebep oluyonuz di mi lan g*tverenler. azıcık sağ sol yapın da dengemizi bulalım, kümeleşmeyin dağılın. o kadar egoyu bir noktadan etkimeyle kaldırabilecek bir dünyada yaşamıyoruz, bi öğrenemediniz esteban'ın evlatları.

not: şu sıralar diksiyonum y*rrağı yemiş durumda.

1 Mart 2012 Perşembe

övüldünüz

merhaba sevgili anlayan ve devam etmek isteyenler! anlamak ve devam etmek istemek... şüphesiz; yalnızca bu iki eylemi gerçekleştirebilen bireylere sahip toplumlar "gelişmek"ten söz edebilir. bu bağlamda her birinizin toplumu peşinde sürükleyen birer önder, ona kılavuzluk eden birer rehber olduğunuzdan adım gibi eminim! bu memleket, sizin omuzlarınızda yükselecek! aydınlık bir gelecekle kucaklaşmamız, sizin sayenizde olacak! mutlu ve huzurlu yarınları okşarken size dua edeceğiz! yeni dünya düzeniyle yiyişirken sizi anacağız! muasırötesi medeniyetimizle pozisyondan pozisyona koşarken size minnet duyacağız! iyi ki varsınız! sizleri seviyoruz.

21 Şubat 2012 Salı

botsvana metal camiası

merhabalar. botsvana, güney afrika'nın kuzey komşusu. iç savaşlardan, çatışmalardan ve açlıktan uzak, refah içinde, kendi halinde, demokratik bir ülke. popülasyonun %24'ünün hiv+ olması haricinde çözülmesi elzem bir sorunları yok gibi. genel durumlarını; sik ≡ taşak şeklinde özetleyebiliriz.

dünya üzerindeki metal gruplarının dağılımına bakacak olursak [link]; afrika'nın bu açıdan epey bir geride kaldığını görürüz. zaten binbir sorunla boğuşan kıtada heavy metal adına pek bir şey yapılmayışı normal karşılanmalı elbette; yine de nispeten iyi durumdaki birkaç ülkenin bu konuda daha fazla çaba göstermesini beklerdim. *cıkscıks* neyse ki botsvana'da sayılarının az olmasını önemsemeyen, heavy metal gönüllüsü bir insan topluluğu var ve işte ülkenin metal camiasını da onlar oluşturuyor.

yukarıdaki resimde gördüğünüz gitarist, tshomarelo mosaka. overthrust isimli bir death metal grubunun üyesi olan mosaka, grubun facebook sayfasına göre "bas ve böğürtüler"den (bass and growlings) sorumlu. grubun internet üzerindeki tek şarkısı olan freedom in the dark'ı da bu linkten dinleyebilirsiniz. fena şarkı değil hani. mosaka dark demeyi öğrenirse daha da iyi olacak.


camianın çok pis metalcileri, imaj olarak büyük ölçüde lemmy'den etkilendiklerini itiraf etmekten kaçınmıyor (bkz: ace of spades albüm kapağı). yukarıda dethguard grubunun elemanlarını görüyorsunuz. aşağıda ise skinflint'inkileri.

skinflint'in vokalisti ve gitaristi, aynı zamanda ülkenin az sayıdaki beyaz tenli metalcilerinden biri olan giuseppe sbrana; "botsvana'daki çoğu metalci köylerde ve tarlalarda çalışıyor. bu nedenle kovboy imajıyla motorsikletçi tarzını birleştiriyorlar. birçokları yanlarında av bıçakları ve ölü hayvan parçaları taşıyor. ineklerin boynuzlarından kanlarını içiyoruz" diyor. (röportaj bu bu noktada sonlanmış, çünkü sbrana iyice gaza gelmiş ve HAIIIIIIIL SATAAAAAN diye çığlıklar atmaya başlamış)

güney afrikalı fotoğraf sanatçısı frank marshall, 2008 yılında botsvanalı bir metal grubuna başkent goborone'deki konserlerinde eşlik etmiş. konserin yapılacağı gece kulübüne vardığında, bölgenin çok pis metalcileri tarafından karşılanmış. ülkesindeki metalciler genelde beyaz olduğundan, bunca sayıda zenci (politikılikırektamerikanca: afrikalı amerikalı botsvanalı) metalciyi bir arada görmek, kendisinde ufak çaplı bir dumur yaratmış. bu insanlar birbirlerini dead demon rider, coffinfeeder, yaraksikici gibi isimlerle anıyorlarmış (sonuncusunu ben uydurdum).

bu yazıdan da anlaşılabileceği gibi sevgili metalkafalar; an itibariyle heavy metal botsvana'da bile türkiye'dekinden daha iyi sayılabilecek durumda. siz siz olun, kültürümüze sahip çıkın. görüşmek üzere metal dostları, o zamana dek sert kalın! dişlerinizi fırçalayın, sıkı giyinin ve kulaklarınızın arkasını iyice yıkamayı unutmayın! \m/ YEEAAAAAAH

10 Şubat 2012 Cuma

asfalttan fırlayan çakıl taşları

yazmak -her ne kadar o dönemlerde farkında olmasam da- toplum yönelimlerinin içselleştiremediğim ve benimseyemediğim kısımlarına karşı ruhumda filizlenen isyan tohumlarını deşmek ve bu sayede çevremle aramdaki uyumsuzlukları yumuşatmak için sıkça başvurduğum bir savunma mekanizmasıydı bir-iki yıl öncesine kadar. şimdiyse yaşama karşı duyduğu heyecan son zerresine kadar emilmiş, gözlerinin feri sönmüş her birey gibi küçük mutlulukların peşinde sürüklenirken, daha az düşünüyor ve daha az sorguluyorum; çünkü akıl sağlığımı ancak bu şekilde koruyabileceğimi, yaşadığım çevreye ancak bu şekilde adapte olabileceğimi ve bana biçilmiş rolün dışına çıktığım anda karşıma dikilmeye hazır binbir türlü beladan da ancak bu şekilde uzak durabileceğimi biliyorum. hal böyleyken yazmak, ilk bakışta ancak beyhude bir çaba olarak tezahür etse de, beynimin kendimden sakındığım kısmı ben hiç farkında değilken bile işleyerek yeni huzursuzluklar yaratmanın bir yolunu buluyor ve dönem dönem varlığını hatırlatarak beni klavyenin başına itiyor. eski gücünde olmasa da "ben hala buradayım! dünyana ne kadar uyum sağlamak istersen iste, beni asla tam olarak susturamayacaksın!" diye haykırıyor. böyle zamanlarda derin bir iç çekiyor ve perişanlık içinde de olsa, parmaklarımı klavyenin tuşları üzerinde yönlendirişini seyrediyorum.

5 Ocak 2012 Perşembe

the '59 sound


(bir albüm kritiğine en yaklaştığım yazı bu olacak sanırım)

the gaslight anthem ve 2006 çıkışlı albümleri the '59 sound üzerinde iki satır bir şeyler karalamaya birkaç defa niyetlendim; çünkü upuzun süredir ilk kez bir albüm beni böylesine etkilemişti. her defasında yazarken albümü dinlememin daha uygun olacağına hükmedip play tuşuna bastım. neden sonra kendimi müziğe kapılmış ve tek bir cümle dahi yazamamış halde buldum. dediğim gibi, defalarca tekrarlandı bu. rinse and repeat.

grup üyelerinin geçmişe duydukları iptila derecesindeki özlem, kaçan fırsatlar, eski aşklar, şimdi esamesi okunmayan tonla yer, eser, insan, alışkanlık... şarkılarında öylesine yoğun bir şekilde hissediliyor ki; çok eski zamanlarda bir yolculuğa çıktıkları ve albümün de bu gizemli yolculuğu dünyaya duyurma maksadıyla, bir görev bilinciyle ortaya konduğu hissine kapılıyor insan. üstelik bu düşkünlükleri; edebiyat, sinema ve elbette müzik dünyasının klasiklerine yaptıkları binbir gönderme sayesinde daha canlı renklerle hayat buluyor tablolarında. albümün dinlemeye doyamadığım açılış şarkısı great expectations, ismini bir charles dickens romanından alıyor örneğin. geçmiş bağımlılığının tavan yaptığı here's looking at you kid; hatırlayacağınız ya da hatırlamayacağınız üzere vurucu bir casablanca quote'u... yine bob dylan'a, tom waits'e, bruce springsteen'e, sam cooke'a... öyle göndermeler var ki, her birini tespit edeyim derken, karmaşık düşünceler içerisinde kalakalıyor insan. bütün bunlara sürükleyici bir sound ve brian fallon'un springsteenesque vokalini de ekleyince, ortaya çıkan karışım da tadından yenmiyor.

9/10

(dedim ya geçmiş hasreti diye; sanırım bu albümün beni bu denli cezbetmesindeki en büyük pay, onda kendimden bir şeyler bulabilmiş olmam. çünkü grubun ses dalgalarıyla yaymaya çalıştığı bu duygudurum, uzun bir süredir takıntılı bir şekilde hem dünyaya, hem de kendisine ait olan geçmişi bir yandan da hasret duyarak çözümlemeye ve özümsemeye çalışan beni, şu adı konamayan "sadece bana oluyor galiba..." hissiyatından kurtardı. sanırım tıpkı risk ve ateşli hastalıkta yaşanan orantısız hacim hissi gibi bu da, üzerinde paragraflarca yazı yazabileceğim, fakat bir başkasının çıkıp iki satırla benden çok daha isabetli bir şekilde özetleyebileceği bir konu)

(sonunda ciddi bir yazı yazdım. kendimi kutlarım. hebele hübele.)