29 Temmuz 2011 Cuma

buz diyeti



"buz diyeti"yle bu gece karşılaştım. nerden çıktın karşıma buz diyeti. ben böyle yaratıcı öküzlük görmedim. adeta balık etli bi arkadaş çıkmış, koşu bandında geçirmesi gereken saatlerde eline kağıt-kalem alıp yalan-yanlış hesaplara girişmiş. manyak mısın arkadaşım, balık etli dediysek nezaketten, git azıcık spor yap, böyle çakallıklar peşinde koşturma, aa pardon; sen hiçbişeyin peşinde koşturamazsın.

hazırsanız başlıycam anlatmaya. öyle çok enteresan bi hikayesi yok. bildiğin buz yiyosun. vücudun onu kendi sıcaklığındaki suya çevirmek için enerji harcıyo. hatırlayacağınız ya da bilmediğiniz gibi 1 gram buzu suya çevirmek için 80 kalori enerji gerek. üstelik onu 36,5 dereceye de çıkaracaksın; gram başına 116,5 kalori. yani 30 gram buz yesen (ki yenilebilir gibi duruyo) 30*116,5=3.495 kalori yandı, bitti, kül oldu. azıcık sporla ya da diyetle haşır neşirseniz bunun harika bi rakam olduğunu bilirsiniz. üstelik vücut homeostatik dengesini korumak amacıyla programlandığından buzu bünyesine katmak için bu enerjiyi gerçekten de yakıyo.

peki sorun ne? sorun, ufak bi birim karmaşası. günümüzde orda-burda-şurda-besin değerleri tablolarında "Kalori" olarak geçen birim aslen kilokalori. farkı yaratmak için K'yi (Calorie'de C'yi tabi) büyütmüşler, hepsi bu. bu durumda buz diyetini uygulayabilmemiz pek ihtimal dahilinde görünmüyo... öyle ki, az önce bahsettiğimiz 3.495 kaloriyi yakabilmemiz için 30 kilo buz yememiz gerek. aslında bu sıcaklarda mantıklıymış gibime geldi, ama benim kilo sorunum yok ki lan, olanlar düşünsün niohahah.

kıssadan hisse 1: soğuk su epey bi layt bi içecek; kalorisi yok ve hem kendisini vücut sıcaklığına getirmek, hem de içmek için (şişeyi açmaktı, bakkala parayı uzatmaktı, üstünü almaktı*, bilmemneydi) enerji harcıyoruz

* kıssadan hisse 2: diyet yapıyosanız bütün para vermeye özen gösterin

28 Temmuz 2011 Perşembe

bazen tesadüflerden korkmaya başlamalı mı ne?



yakın zamanda geçen tesadüfler no:1
"kırmızı, kişinin evde yalnız kaldığı akşama yakışanı içmesidir" düşüncesinden hareketle iş çıkışı ilk istikamet olarak tekeli belleyerekten, günlük rutin hâline gelen alışverişimi yaptıktan sonra evin yolunu tutup da oturursun bilgisayarın karşısına, yemek yapsam mı yapmasam mı tartışmasının ardından "yemek dediğin nedir ki, göbek yapıyor hem" diye kendimi ikna ettiğimi düşünürken aslında kendimi ikna edenin "alkolik ben" olduğunun farkına varmıştım. eve girer girmez kutuyu açıp içmeye başlamıştı bile ipne, "neyse madem açtık içelim bitirelim ilkini de ondan sonra bakarız yemek işine" demiştim.
hiç kimsenin karışmadığı gibi kana karışan kırmızı, yine her zaman yaptığını yapıp kontrolü tabii ki alkolik olan bana doğru sevk eyleme görevini büyük bir hızla yapmaktaydı, birincinin sonlarına doğru gelirken kafamın içinde dönüp duran "ya abi yemek ne ya bitireyim de ikiye geçeyim; arada yemek yersem, kafasını yaşayamam" söylemlerine çoktan tav olmuştum son kısmı da dipleyip, masaya koyduğum an, tekerleği çıkmak suretiyle sürekli piçlik yapan sandalyemin yine ipnelik peşinde koştuğunu sanıp bir küfür savurdum, ama gördüğüm kadarıyla sandalye ve tekerlek arasında herhangi bir ayrılık ufukta gözükmemekteydi, resmen "biz ayrılamayız" düeti yapmaktaydı pezevengin damatları, hasiktir lan kafam mı güzel oldu tek kırmızıdan diye düşünürken yok artık o kadar da olamaz demiştim ki "var olan ama duruşu olmayan"ı anmak ve "sen mi büyüksün kırmızı mı" şeklinde günlük takılmamı yapmak üzere kafamı yukarıya kaldırıp baktığımda tavandaki aydınlatma aparatının da sallandığının farkına varmıştım, "oa oa deprem oldu lan galiba" dedim, benden başka kimse olmadığı için bir tek ben duydum; bi otuz saniye panikledikten sonra olağan soğukkanlılığıma geri dönüp, "amaan en fazla nolur abi ölürüz işte" dedim, sanırım bu kısmı evde birisi olsa da duyamazdı, içimden söylemiş gibiydim çünkü. ilk kırmızının bitirilip masaya vurulduğu an deprem olması, bir uyarıydı belki de ama pek de umursamadım. "tesadüf abi yıeaaa" şeklinde "alkolik ben"in beni iknasıyla ikiye geçmiştim bile. sonra bunun üzerine pek de kafa yormadım - yazar burada yalanın dik âlâsını atmakta, kafa yormadıysan ne buraya yazıyosun ozman demezler mi adama- tamam lan kafa yormadım değil de umursamadım işte.

yakın zamanda geçen tesadüfler no:2
işbu klipleri hatırlayamayacak kadar eski zamanlarda izlenilmiş, hiçbir şekilde sözlerine dikkat etmediğim grup olan rhcp hakkında "etkilendiğimiz grupların ilk sıralarında joy division gelir" muadilinde bir açıklamalarına rastlayınca sözlere filan dikkat ederek kurcalamaya başlarım. işten dönülen -bu sefer kırmızısız- bu akşamda, otherside'ın klibine bakmak ister boşvernist kişisi, klibi iki tur izler, facebook feedlerini yenileyeyim derken klibin pek de rhcp dinlemeyen bir arkadaşı tarafından birkaç saniye önce paylaşılmış olduğunu görüp derin bir hassiktir çeker. "tesadüfler çok garip şeyler lan, keşke kırmızı da burada olaydı da şu tesadüfü göreydi ah ah" der ve de bir kahve daha yapmak üzere gider iken ağzının kenarına yerleştirdiği sigarayı yakıp odanın dağınıklığına anlamsız bakışlar atar.

24 Temmuz 2011 Pazar

sadece ben, kendim olurken

stumble'ladım ve insanların geçmişlerine mektup yazdıkları bir site çıktı karşıma. of be blog. hani bazen saçma bir şey yaparken bir anda kafanın üstünde bir düşünce balonu beliriverir VE o balonun üstünde kocaman harflerle "NAPIYORUM LAN BEN?!" yazar VE ardından da tanrının gözlerini birkaç pek kıymetli anlığına ödünç alıp şöyle biraz açıklardan kendini süzüverirsin VE tam o sırada da aklına sabah yataktan kalktığında önündeki görece kısa gün içinde asla (ve asla) bu durumda bulunmayı tahmin etmediğin gelir VE kendini yeterince iyi tanımadığına kanaat getirirsin. ben kendimi internette komik resimlere bakarken, fırına giderken istemsizce koşmaya başlarken veya headstand yapmaya çalışırken bulduğumda otomatikman üstteki sürece giriyorum. sonra, ehm.. evet, buraya yazarken de. buraya yazarken de, evet. rinse and repeat.

şu bahsettiğim sitede insanlar oturup geçmişteki hallerine öğütler vermiş, anılar geçidinde gezintiye çıkmış, klişeler sıralamış, şimdiki hallerine de bir bilmemkaç yıl sonra kimbilir nasıl bilgiçlik taslayacakları gerçeğini göz ardı edip "OLDUM BEN" havasına kapılmış... hayatımda gördüğüm en saçma konsept. tepkiler kısmındaki OMG ve WTF seçenekleri de sitenin genel 13-yaşındayım-ama-hayatı-yedim-yuttum-en-azından-7-yaşındaki-halime-ve-etrafımdaki-benimle-aynı-yaştaki-arkadaşlarıma-ve-köpeğim-bobby-ye-göre havasıyla epey bir uyumlu. aslında bu karşılaşmamın yararlı bir yanı da olmadı değil, beni bişeyler yazmaya itti ve siteye yazı gönderenlerin %101'inin hissettiği duygu olması sebebiyle PİŞMANLIK sözcüğünü kafamda yankılattı. pişmanlık ne ki lan.

sürekli doğru seçeneği karalamaya odaklanmış bi jenerasyonun içinde bulunmak zihnimi bulandırmış olsa da, hayatta doğrularla yanlışların olmadığını futbol oyunlarından öğrendim ben. mesela FIFA 11'den. aynı dersi kıytırık bi gün içinde bile farkında olmadan defalarca alıyosundur ama FIFA 11'de çok bariz. beklerin var, savunma oyuncuların; ve takımını hücum ağırlıklı oynatırsan hemen ileri çıkıp topu kapmaya çalışarak baskılı oynamanı sağlıyolar, ama onlar topu çalamayınca da başına iş açmış oluyosun. yok, savunma ağırlıklı oynayacağım dersen bu sefer de çok geride kalıp oynayacağın oyunu baltalıyo aynı adamlar. "en iyisi hiç bozmamak" diye düşündüğünü biliyorum ama bazen gol atman, bazense sadece yememen gerektiğini göz önüne alınca kendini oyuncuların "mentalite"leriyle oynarken bulmaman için hiçbir sebebin yok. sakal-bıyık. yin-yang. kabaca aynı hesap. bu arada kafa sikmek istemem ama şu yin yang felsefesine bi göz gezdirmekte fayda var. günümüzün Hayatıyalayıpyutmuşaceae familyasının en ünlü üyelerinden Fonddeteintus menapausus'un size anlatacağı gibi "İYİ VE KÖTÜ BİRLİKTE BULUNUR. DENGEE, EVRENDE HER ŞEY DENGEDEEE!1!!1!"nin ötesine gidebileceğimize eminim.

doğrularım yok, yanlışlarım da tatilde

YAPMADIĞIM BİR ŞEYİN İYİ OLACAĞININ GARANTİSİNİ NASIL VEREBİLİRİM?! içinde bulunduğum; ardından "doğru" cevapları öğrendiğim kahrolası bi sınav olmadıkça

hepsi bu, demek istediğim, hayattan kaç alacağımın derdinde değilim ve neden şimdi böyle ciddileştim, ben de anlamadım

12 Temmuz 2011 Salı

denge?

hani nerde? karaktersel dengenin yasamsal duzenden beslendigine inanmaya basladim simdilerde, aslinda vurgulamam gerekir ki bu "denge" diye onemsizlestirebilecegim bir mevzu degil; duzene konmus bir hayatta bile disten tirnaktan artirilan (bu deyim boyle miydi lan, sacma geldi) ufak tefek her anin gecirildigi mekanlarin o kutsal havasini bu dengesizlik kapliyor, cigerlerimizi onunla doldurup beynimize onu bosaltiyoruz; ardindansa piyangodan bir ruh hali secip PLAY tusuna basiyoruz. ve tum bu cilginliktan uzakta bir yerlerde, arada bir pek hos durumlara gebe olsa da, dengesizligimiz icin caresizlik duymaktan kendimizi alamiyoruz. ondan kurtulmak istiyoruz. evet, ondan kesinlikle kurtulmak istiyoruz. sonra bir gun daha geciyor. bir gece daha bitiyor ve biz yarin gozlerimizi acarken carkifelegin ibresi kimbilir hangi dilimi gosterecek, diye dusunmekten kendimizi alamiyoruz.

3 Temmuz 2011 Pazar

sahte bobby dunbar ve esrarengiz yaşamı

bobby ve anneciği



hikayemiz bundan tam 99 yıl önce, yani 1912 yılında başlıyor ve 2004'te de sonlanıyor.

bobby; dunbarların ilk çocuğuymuş. louisana'da doğmuş. 1912 ağustosunda, henüz dördündeyken bir gezi sırasında kaybolmuş.

zengin bir aileymiş şu dunbarlar, haliyle epey bir yankı uyandırmış bu olay zamanın amerikan basınında.

gelin görün ki, yapılan tüm aramalar ancak sekiz ay sonra sonuç vermiş. resmi merciler, louisana'ya komşu olan mississippi'de bobby dunbar'ın tanımına uyan bir çocuğu, william cantwell waters isimli bir tamirciyle birlikte bulmuşlar.

waters yakalanmış; dunbar ailesi de çocuğu teşhis etmek için mississippi'nin yolunu tutmuş. bu arada tututklumuz çocuğun aslen julia anderson isimli bir kadına ait olduğunu iddia edip durmuş. dakika başı "MASUMUM LAN BEN!" diye bağırıyormuş, ama nafile. dinlememiş tabi kimse. oh olsun. pis fakir. neyse, nerde kalmıştık? bir mississipi, iki mississippi, üç mississippi derken çıkagelmiş dunbargiller. anne dunbar çocuğun yaralarını falan incelemiş, poposuna şaplak atmış ve "evet" demiş, "bu benim çocuğum!" ama juliacağız da kalkıp gelmiş tabi, evladı sözkonusu, siz olsanız gitmez miydiniz yani

juliacağız william'dan da züğürtmüş. kendisini zor geçindiriyormuş, ondan william amcaya bırakmış çocuğu. bu ikisinin nereden tanıştığıysa başka bir hikayenin konusu; ama yoo, çocuk william'dan peydahlanmış değilmiş. sizin içiniz fesatmış

juliacığın bu açıklamasını tatminkar bulmayan ve üstüne üstlük bundan öncesinde hiç evlenmemiş olmasına karşın dünyaya iki çocuk daha getirdiğini öğrenip de sinire kesen jurimizin bardağını taşıran son damlaysa, kızcağızın birkaç bebek içinden bizimkini teşhis edememesi olmuş. william kodesi boylarken, julia da tüm itirazlarına rağmen zavallı yaşantısına bebeksiz bir geri dönüş yapmış.

dunbargillerse çocuklarının geri dönüşünün mutluluğunu o gece verdikleri çılgın yemekli baloyla kutlamış. hatta aşağıdaki fotoğraf da kendisinin eve dönüş gününden:

çocuğuna kavuştuğu için yüzünden düşen bin parça olan baba
hikaye bundan sonra enteresan bir hal alıyor. julia ve william'ın hayatları bambaşka yollara saparken, bobby diye büyütülüp eşek kadar olan adam ise evlenmiş, dört çocuk dünyaya getirmiş ve 1966 yılında hayata gözlerini yummuş, kulaklarını tıkamış, ağzını tıkamış... ölmüş işte. ölümünden yıllar sonra torunlarından birisi; margaret dunbar,  "hacı neymiş bu işin aslı astarı" diyip araştırmaya koyulmuş. ya da hacı dememiştir lan, hıristiyan bunlar. hem bi kadına hacı demek yakışmıyo...

fotoğraf şipşakçıda çekilmiş izlenimi veriyo
margaret teyze geleceğe umutla bakadursun, geçmişinin pek de parlak olmadığını DNA testinin sonuçları ele vermiş. kendisinin şanlı dunbar ailesiyle hiçbir genetik bağının olmadığı ortaya çıkmış... ve bu da tüm sülalede şok etkisi yaratmış. şimdi birbirleriyle konuşmuyorlar, krismıslarda bir araya gelip şükran günlerinde hindi kesmiyorlar, kilisede birbirlerinin yüzüne bile bakmıyorlarmış. aşkolsun margaret teyze, ne yuvalar yıktın sen

nehir gezisi sırasında kaybolan bobby dunbar'ın gerçek hikayesi (ya da gerçek bobby dunbar'ınki de denebilir) ise halen esrarını sürdürüyor.

bu kadar. saçma sapan hikayeler için bizi izlemeye devam edin. sürreal tavus kuşları'nın yepyeni bölümleriyle karşınızda olacağız! bu seriye neden sürreal tavus kuşları ismini verdiğimi inanın ki ben de bilmiyorum.

SON

ERLER FİLM