ölüm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ölüm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Ekim 2012 Pazartesi

son beyazı


"şu hâlinle hayatta kalman mucize" dedi. dalgındım.

hayatımın şu gününe kadar aradığım mucizenin hayatımın kendisi olduğunu bildirmişti sanırım demin. dalgınlığımı savuşturmaya çalışıyorken, neyi kastettiğini derinlemesine düşünmeye başlamıştım. "galiba yarım metre dibimde kaliteli xenon farların uzunlar açık vazitette görüş alanımın içinde, gözüme 90 derece hizada olması" durumunu en azından bir kez yaşamış olmam durumundan bahsediyordu, hani şu kıyısından geri dönenlerin gördüğü ortak görüntü, hep bahsettiği kutsal beyazlık.

gözüne far tutulmuş tavşan* saçmalaması sıklıkla başıma gelen bir olaydı; fakat o kutsal beyazlıkla pek de alâkalı değildi sanırım bu. ama, tahminimce benzer şeyler olmalıydılar: o kadar yol almışken ölümden dönmek de saçma değil miydi ki yani şimdi?

anlattıklarını dinlemiyordum ve bana bakmadan konuştuğundan anlattıklarını dinlemediğimin farkında değildi. yine ilkokulda yeteri kadar yeşilay haftası kutlamamış bir doktor ile karşı karşıyaydım alt tarafı, nesini dinleyeydim. hava kirliliği, yediğimiz içtiğimizin içindeki bi ton katkı maddesi, modern hayatın bize yaşattığı şu stres, yediğimiz radyasyon s*kinde değildi de taka taka iki ciğere düşman olanlara takıktı sadece. insan dediğin yalnızca ciğerlerden mi ibaretti; bunun midesi vardı, kolu vardı, bacağı vardı, beyni hatta kalbi bile vardı be.

ve şu an; anlattığı konunun içeriği bakımından beynimi bulandırmak suretiyle ona zarar verirken, eş zamanlı olarak anlatırken kullandığı üslup ile de kalbime zarar vermekteydi. tüm bunları farkında olmadan yapmaktaydı, fark etseydi yapmazdı heralde, ne bileyim o kadar yıldır birbirimizi tanıyorduk ve birbirimizi bi bu kadar daha tanımak için vaktimiz olduğunu sanmıyordum. hatta aradan geçecek olan zaman bizi birbirimize yabancılaştırabilirdi bile belki.

"öyle olur muydu lan acaba" diye bi düşündüm, aklım şimdi de buna takılmıştı. sonra bi noktada böyle bir şey için en azından ikimizden birinin  "tanıdığına pişman olunan insanlar"dan olması gerektiğine kanaat getirdim, içimden "ikimiz de onlardan değiliz ki b'olum" diyip de rahatladım, bu saatten sonra da olmazdık sanırım.

sahi beni tanıdığına pişman olan bi insan tanımış mıydım ben acaba? hiç hatırlamıyordum. belki de vardı böyle insanlar da söylemeden çoktan çıkmışlardı zaten yaşam alanımdan. insan giderken bi söylerdi yahu, bilgilendirirdi böyle böyle diye, benim de kendimi tanımama yardımcı olmuş olurlardı, insanın kendisini hiçbir zaman tam olarak tanıyamayacak olması, kendisiyle tanışamayacak olması çok acı bir şeydi neticede.

ben daldan dala atlayan maymun misali düşünceden düşünceye geçerken, o çoktan önlüğünü çıkarıp, dışarı çıkmak için hazırlanmıştı bile, anca omzumu onun dürtmesiyle gelen irkilmemden sonra farkettim. "bir şeyler içmeye gidelim mi" şeklindeki sorusuna kafamı onaylar vaziyette sallayaraktan karşılık verirken ayağa kalktım, sonra da ardına düştüm.

21 Ekim 2011 Cuma

kalabalığa ahlâk dışı sövgüler

selamlar gençler, toplumda mezar sikicilerin sayısında görülen yoğun artış sonrasında, mezarlara gereken saygının gösterilmesi ve mezarlıkların düzeninin bozulmaması adına, insanımızın ölü-sikme eylemini kolaylaştırmak için birkaç arkadaş toplanıp nekrofil genelevi açıp nekro-pezo olmaya karar verdik. fotoğraf da içinde çeşitli düzenlemeler yapıp kullanıma hazır hâle getirdiğimiz mütevazi bangbus'ımızdan. içerisi biraz kötü kokuyor ama ölüyü seven formaldehitine katlansın artık arkadaşım.

not: bir de bangbus'ı kullanacak E sınıfı ehliyet sahibi bireyler arıyoruz; başvurular için lütfen: 05xx xxxxxxx

10 Ekim 2011 Pazartesi

ölü

hayatımın geride kalan kısmında birkaç tanesini görebilme şansını yakaladıysam da, cansız bedenlerle karşılaşmalarım içinde şüphesiz en vurucu olanını; güneşli bir beşiktaş sabahında monsieur tartuffe'nin eski evine giden yokuşu arşınlamama borçluyum. beni tanıyanlar o pergelleri açık, başı öne eğik, amortisörleri bozuk yürüyüş tarzımı bilir. tam da bu hal içinde, kafamda kimbilir hangi düşünceler dolanırken; dahası, gözlerimin önünde akıp giden kaldırım taşlarının herhangi bir sokak hayvanı pisliğiyle kirlenmediğinden emin olmaya çalışırken; bakışlarımı bir anlığına karşıya dikmemle gördüm onu.

G603 tipi granitin üzerinde vitruvius adamı gibi uzanan bu beden, üzerini kuşatan giysilerden de anlaşılacağı üzere; yollarımızın kesişmesinden kısa bir süre öncesine dek, yokuş boyunca süregelen dükkanların tekinde çalışan bir boyacıya aitmiş. sonrasında ne olduysa olmuş ve boyacının kalbi, daha fazla atmamaya karar vermiş. zavallı adam; henüz kalbinin bu ihanetine itiraz etme şansını bile bulamadan yere yığılmış. öyle ki; ölmekte olduğunu fark edip edemediği bile şüpheliymiş. oysaki böyle bir son, planları dahilinde hiç mi hiç yokmuş. kahvaltı ederken birdenbire öldüğünüzü düşünün. ya da kedinizin kumunu yenilediğiniz sırada. veya başka herhangi bir günlük rutininizi icra ederken. haksızlığa uğradığınız düşüncesine kapılmaz mıydınız?

cıvıklığımı hoşgörün lütfen; her ne kadar ben öyle yapamasam da. ve izin verin, size içinde bulunduğum o anları etraflıca anlatayım. çevresinde toplanıp "vah vah, cık cık cık, yazıkyazıkyazık" diye sinek vızıldamasını andıran sesler çıkaran insanlara kalırsa, rahmetlinin vakti dolmuştu da; evrendeki en büyük adalet sarayının o pek haşmetli hükümdarı, kimbilir hangi gerekçeyle, kendisini buralardan uzaklaştırmıştı. banaysa bu olayı basit bir kalp krizi şeklinde açıklamak daha akla yatkın geliyordu. adamcağızın solgun yüzü, daha şimdiden toprak altına girip çürümeye hazırlanıyordu sanki. bir heykel kadar hareketsizdi; tüm bu karmaşanın ortasında, nasılsa zamanı durdurmayı başarmıştı. pek sırlarını paylaşacakmış gibi de durmuyordu. oradaydı, ama değildi. kainatın en gizemli oyununu bizlerle birlikte oynamış ve görünüşe bakılırsa, hepimizden önce kaybetmişti.

fazla bir şey düşünemeden kaçtım oradan. kalsaydım da, cıklayanlar korosuna katılmaktan başka yapacak bir şeyim olmayacaktı zaten. o sahneden bana son yansıyan, ambulansın arkamı dönmemin ardından işittiğim sireni ve içinden fırlayan iki görevlinin telaşlı bir "ex olmuş"la temellenen diyalogları idi. belki o anda farkında değildim, ama "niye ölmüş diyemiyorlar lan?!" sorusunun beynimde yankılanması, bu acıklı olayın şokunu üzerinden atmamı çok daha kolay kılmıştı. adımlarımı öncesinden de çok sıklaştırarak gün içinde bir daha böylesine sarsıcı bir vukuatla daha karşılaşmamayı umut ederken, yokuşu bitiren köşeyi döndüm. güneş daha yakıcı geliyordu artık, hepimizse daha kırılgandık. kendimi çok güçsüz hissettim ve bir an önce eski kaygısız halime bürünmeyi diledim.

(ölümü tadacağım günü iştahla bekliyorum)