anı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
anı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Ekim 2011 Pazartesi

ölü

hayatımın geride kalan kısmında birkaç tanesini görebilme şansını yakaladıysam da, cansız bedenlerle karşılaşmalarım içinde şüphesiz en vurucu olanını; güneşli bir beşiktaş sabahında monsieur tartuffe'nin eski evine giden yokuşu arşınlamama borçluyum. beni tanıyanlar o pergelleri açık, başı öne eğik, amortisörleri bozuk yürüyüş tarzımı bilir. tam da bu hal içinde, kafamda kimbilir hangi düşünceler dolanırken; dahası, gözlerimin önünde akıp giden kaldırım taşlarının herhangi bir sokak hayvanı pisliğiyle kirlenmediğinden emin olmaya çalışırken; bakışlarımı bir anlığına karşıya dikmemle gördüm onu.

G603 tipi granitin üzerinde vitruvius adamı gibi uzanan bu beden, üzerini kuşatan giysilerden de anlaşılacağı üzere; yollarımızın kesişmesinden kısa bir süre öncesine dek, yokuş boyunca süregelen dükkanların tekinde çalışan bir boyacıya aitmiş. sonrasında ne olduysa olmuş ve boyacının kalbi, daha fazla atmamaya karar vermiş. zavallı adam; henüz kalbinin bu ihanetine itiraz etme şansını bile bulamadan yere yığılmış. öyle ki; ölmekte olduğunu fark edip edemediği bile şüpheliymiş. oysaki böyle bir son, planları dahilinde hiç mi hiç yokmuş. kahvaltı ederken birdenbire öldüğünüzü düşünün. ya da kedinizin kumunu yenilediğiniz sırada. veya başka herhangi bir günlük rutininizi icra ederken. haksızlığa uğradığınız düşüncesine kapılmaz mıydınız?

cıvıklığımı hoşgörün lütfen; her ne kadar ben öyle yapamasam da. ve izin verin, size içinde bulunduğum o anları etraflıca anlatayım. çevresinde toplanıp "vah vah, cık cık cık, yazıkyazıkyazık" diye sinek vızıldamasını andıran sesler çıkaran insanlara kalırsa, rahmetlinin vakti dolmuştu da; evrendeki en büyük adalet sarayının o pek haşmetli hükümdarı, kimbilir hangi gerekçeyle, kendisini buralardan uzaklaştırmıştı. banaysa bu olayı basit bir kalp krizi şeklinde açıklamak daha akla yatkın geliyordu. adamcağızın solgun yüzü, daha şimdiden toprak altına girip çürümeye hazırlanıyordu sanki. bir heykel kadar hareketsizdi; tüm bu karmaşanın ortasında, nasılsa zamanı durdurmayı başarmıştı. pek sırlarını paylaşacakmış gibi de durmuyordu. oradaydı, ama değildi. kainatın en gizemli oyununu bizlerle birlikte oynamış ve görünüşe bakılırsa, hepimizden önce kaybetmişti.

fazla bir şey düşünemeden kaçtım oradan. kalsaydım da, cıklayanlar korosuna katılmaktan başka yapacak bir şeyim olmayacaktı zaten. o sahneden bana son yansıyan, ambulansın arkamı dönmemin ardından işittiğim sireni ve içinden fırlayan iki görevlinin telaşlı bir "ex olmuş"la temellenen diyalogları idi. belki o anda farkında değildim, ama "niye ölmüş diyemiyorlar lan?!" sorusunun beynimde yankılanması, bu acıklı olayın şokunu üzerinden atmamı çok daha kolay kılmıştı. adımlarımı öncesinden de çok sıklaştırarak gün içinde bir daha böylesine sarsıcı bir vukuatla daha karşılaşmamayı umut ederken, yokuşu bitiren köşeyi döndüm. güneş daha yakıcı geliyordu artık, hepimizse daha kırılgandık. kendimi çok güçsüz hissettim ve bir an önce eski kaygısız halime bürünmeyi diledim.

(ölümü tadacağım günü iştahla bekliyorum)

19 Eylül 2011 Pazartesi

elephant porn

uzun süre aradan sonra alkolden tiksindiğim bir güne uyanmış olmanın verdiği gariplikle güne başlayan ben, bunun nedenlerini sorgularken aslında tam olarak kaç tane içtiğimi bilmediğimi ve de havaların, artık bize "gecenin yarısını sokakta içerek muhabbet ederek geçirmek için fazla soğudum ben artık ulan" demekte olduğunu farkettim.

otobüse yetişmek için d.t. lokalinden kimseyle vedalaşamadan çıkarken yolda kafamı su terazisi olarak kullanabildiğimi farkettim, bi an için kafamı su terazisi olarak kullanabilmeme sevinmiştim: "aaa ne güzel lan, sağ sol yapınca bak bak" diyordum kendi kendime durumdan eğlence çıkarmayı amaçlarken; su terazisi olan kafamı fazlaca sağ sol yaptırınca su terazisi hissiyatı kaybolmuş, " 'gemide' filmindeki ana karakterlerden birinin "fillerle ilgili repliği" ancak şöyle bir kafa için söylenir" diye sayıklar olmuştum.

neyse, otobüse yetişmeliydim ama lokalden çıktığım andan itibaren o kadar hızlı hareket etmiştim ki otobüsün kalkmasına daha on dakikası, benimse durağa varmama, "üzerinde hayat adı verilen bir şey sürdürmekte olduğumuz zavallı ve godoş dünyamız"ın zaman birimlerine göre 3-4 dakika civarı bir süre vardı. yiyecek bir şeyler alayım bari diye düşünüp pastaneden ve marketten hızlı hızlı bir şeyler alıp durağa doğru yol almıştım.

durağın arka kısmından benim otobüsümün kalkacağı kısma doğru yol alırken karşıdan bana doğru gelmekte olan otobüsün benim binmeyi amaçladığım mk. 146m'si olduğunu fark ettim. işaret ettim, #m*n oğlu esteban'ın öz eniştesi olması çok muhtemel iett şöförü yavaşlar gibi yapıp basıp gitti. neyse, giderken kapıya bi tane patlatmıştım bu sinirimi yatıştırmaya yetmese de... kafamdaki fil sayısı gittikçe artıyor her türlü kombinasyonu denedikleri bir orgy içerisinde filler zevki sefa içerisindeyken; ben, kafamı tutmam gereken doğru açıyı aramakla meşguldüm.

he bu aradaki süreçte bir de hareket amirliği münasebetim oldu: otobüsün erken kalkmasını bildirmeye gittiğim hareket amirliğindeki sorumlu yaklaşık iki dakika beni beklettikten sonra beni dinlemeye başlayıp da pişkin pişkin "benim saatim on geçiyor ama bak" diye göstermesiyle kafamdaki fil sayısını iki ile çarpmıştı bile, sinirimden ötürü "iyi de bu otobüs 4 dakika erken kalkmış demektir" demeye tenezzül edecek durumda hiç değildim. içimden küfrettiğimi sanıp da dışımdan küfrettiğim anlardan biri de yine gerçekleşmişti tabii ki hâliyle. hareket amirliğindekilerin şok olmuş bakışları eşliğinde, metrobüs durağına doğru ivmelenmiştim, işe zaten geç kalacaktım; acele edersem o kadar da geç kalmazdım. hem zaten geç kalmak kavramının pek de olmadığı bir işyerim vardı, o kadar da takılmamak lazımdı.

metrobüs beklerken yer bulma ümidimin varlığından pek de söz edilemezdi, ki bulamadım da zaten. yolu ayakta nasıl idare edeceğim diye bakarken, eskilerden bir şarkı çıkageldi: elephant talk.

king crimson üyeleri beni nasıl affedecek bilmiyorum ama, yılların "elephant talk" adlı güzide eseri, kafam içerisinde şarkıdaki bütün 'talk'ların yerine 'porn' yerleştirmem sonucu gayet komik bi hâl almıştı, şarkıyı repeat'e alıp bütün yol boyunca şarkıya içimden eşlik edip suratımda gülümsemeyle işyerine varana kadar kafamı bu şekilde taşımaya çalışıyordum,fakat bu sırada kafamdaki fillerin o gün akşama kadar rahat durmayacağını bilemezdim...



o kadar bahsettik şarkıya:

ve de -değiştirilmiş- sözlere de yer verelim:

elephant porn

porn, it's only porn
arguments, agreements, advice, answers,
articulate announcements
it's only porn

porn, it's only porn
babble, burble, banter, bicker bicker bicker
brouhaha, boulderdash, ballyhoo
it's only porn
back porn

porn porn porn, it's only porn
comments, cliches, commentary, controversy
chatter, chit-chat, chit-chat, chit-chat,
conversation, contradiction, criticism
it's only porn
cheap porn

porn, porn, it's only porn
debates, discussions
these are words with a d this time
dialogue, dualogue, diatribe,
dissention, declamation
double porn, double porn

porn, porn, it's all porn
too much porn
small porn
porn that trash
expressions, editorials, expugnations, exclamations, enfadulations
it's all porn
elephant porn, elephant porn, elephant porn


31 Ağustos 2011 Çarşamba

görünmez canavarlar

(not: bu yazıyı okurken kitapla ilgili pek bir şey bulamayacağını bilerek oku)

kendisini arkadaşımın masasının üzerinden oradan oraya atılmakta olarak görüp de çantaya atayım şunu bari, sonra söylerim kendisine dediğim işbu kitabı, okuyacak başka şeylerim ve de okumaya şu sıralar pek vakit ayıramamamdan ötürü çantamda tutup durmaktaydım, belki de başlamak için uygun vakti beklemekteydim, bilemedim.

koştura koştura yetişmeye çalıştığım tren seferine biletimi alıp bekleme kısmına geçtiğim an yapılan "trenimiz son anda çıkan aksaklıktan dolayı 35 dakika sonra istasyonda olacaktır" anonsuyla zaten çok da yüksek seviyelerde olmayan moralimin bir kısmını daha kaybetmiştim. etrafta oturacak bir yerler aradı gözlerim, tüm banklar ben gelmeden kapılmıştı zaten, bana da oturacak rayların yanından başka bir kısım kalmamış gibiydi, payıma düşen buysa napalım diyip trenin raylarının yanındaki kaldırımsı kısma çökmüştüm, 35 dakikanın nasıl geçeceğini hesaplarken zaten bi 5 dakikayı nereye otursam ki telaşesiyle geçirdiğimi farkettim. bekleme anlarında yapılması gerektiği gibi çantamdan bi sigara çıkarıp yakma kararı almıştım. iki paket vardı hangisini seçeyim tereddütüyle birkaç dakika daha yitirmiştim bile, belki de bile bile vakit geçirmek için bu seçememe durumuna sokmuştum kendimi, bilemezdim.

sigarayı çıkarıp yaktıktan sonra gözüme gelmekte olan güneşten duyduğum rahatsızlıktan çok görülmeme isteğiyle, sanki onu takınca görünmez olacakmışım gibi, çıkarıp k-pax gözlüklerimi takmış idim. öyle boş boş raylara bakar iken, yanıma yaklaşan benim yaşlarımda, belki de benden daha büyük bir eleman, bolca 'abi'li bir diyalogla ateş istemekteydi, kulağımda kulaklık vardı, o yüzden 'abi'leri henüz duymamaktaydım. kulaklığımı çıkardım "sana da rahatsızlık verdim ama" dedi, "yok mühim değil, bekliyoruz zaten bir şey yaptığımız yok" diyip çantama elimi atıp bulduğum çakmağı verdim. çakmağı geri verirken teşekkür edip, -kulaklıktan ötürü duymamış olacağımı tahmin ettiğinden olsa gerek- trenin birkaç dakika sonra burada olacağı yönünde anons yapıldığını söyledi; kibarca rayların kenarında oturmamam gerektiğini, bunun; trenin yaklaşmakta olduğu şu sıralar biraz tehlikeli olduğunu kastettiğini çıkardım. saate bakılırsa baya bi dalmıştım rayların yanında otururken. bi sigara daha yaktıktan sonra ayağa kalkıp, beklemeye devam ettim.

birkaç dakika sonra tren salına salına gelmekteydi, normalde kırmızı görmüş boğa gibi yaklaşıp dururdu istasyonda, durana kadar da yeri güzelce bir sallardı; bu sefer öyle yapmadı. yavaş yavaş geldi ben ise kapıyı yakalamak için hiç gayret göstermedim; ama kapı geldi tam önümde durdu, kapıyı benim geçebileceğim kadar açıp -fazla kalın yapılı bi insan değilimdir- içeriye atladım, o dar alandan geçemeyeceklerinden bana neydi. tek kişilik bir yeri gözüme kestirir kestirmez yerime kuruldum, aslında kompartmanları severdim fakat bu dolulukta kompartmanlı kısımda yer arayacak halim yoktu, yolcu salonu tadındaki vagona oturdum. bilgisayar çantasını yukarı sallamış, sırt çantamı da ayaklarımın dibine almıştım. o kadar yoğun bir insan sirkülasyonu vardı ki, yer yer yukarıdaki rafta duran bilgisayar çantamı içimdeki tedirginlikle kontrol etme ihtiyacı hissetmekteydim.

bir süre sonra insan sirkülasyonu azalana kadar, karşı tarafımdaki 2-3 yaşındaki kısa saçlı kız çocuğu -kız olduğu anlaşılsın diye elbise giydirilmiş ve de pembe ojeler sürülmüştü parmaklarına- ve yaptığı arkasında oturanlara yaptığı şebeklikleri izledim. ebeveynleri tahminimce benim yaşlarımda filandı. çocuk, arkasında oturan "pembe cep telefonuyla yonja pozu çekmekte olan 40-45 yaşlarındaki şoparımsı teyzeler"e oyun yaptıkça babası önce bağırınıp kızdı -kulağımda kulaklık vardı sadece dudaklarını okuyarak bağırındığı anlayabilmekteydim- , sonra kollarını sıktı sonra da arada iki-üç kere vurmuştu o şirin çocuğa, en sonunda çocuk da somurtarak oturdu yol boyunca. bense biraz izledikten sonra bilgisayar çantamdan kitabımı alıp yukarıdaki okuma ışığını açıp kitaba başlamıştım.

biraz fazla şiddetsel içerikle başlayan kitap, bol kanlı bir sahne içerisinde ilerler iken, beğendiğim cümlelerden birini çizmek üzere çantamdan baya uzun bir süre kaybolduğunu zannedip yakın zamanda geri bulduğum, çok sevdiğim fosforlu sarı kurşun kalemimi -ki kendisi cümle altı çizmek için birebirdir, belli belirsiz iz bırakır, saman sayfalarda- çantamdan çıkarmak üzere çantanın ön gözüne elimi attım. kalem elimdeydi fakat tereddütte kalmıştım: "kitap benim değildi, çizmemeliydim gibi" ama içimde büyük bir istek vardı şimdi çizmek için; "neyse ben ona yenisini alırım yıeaaa kitabın, nasıl olsa eski basım bir kitap değil" diye içimden düşünüp karara vardıktan sonra, sağ orta parmağımdaki kanı farkettim, parmağımın bir boğumunu kaplayacak bir biçimde kan vardı, suratımda bir yeri kanattım zannedip kanlı kısmı değdirmemeye çalışaraktan suratımı yoklamaya çalıştım, bir şey yok gibiydi, aynada yansımama baktım: biraz suratıma bulaştırdığım kandan başka bir şey yoktu, en sonunda parmağımdaki kanı silince farkettim ki parmağımı iki yerden boyuna çizik almak suretiyle kesmiştim.

kanlı sahneyi okurken parmağımı kesmiş olmama mı, parmağımı nasıl kesmiş olmama mı, yoksa yanımda yara bandı olmayışına mı kafamı takacağımı bilemedim, "kan durana kadar parmağımı emmek" üzerimdeki peçete yetersizliğinden ötürü en mantıklı seçenek gibi durmaktaydı, öyle de yaptım, bi süre sonra kan durdu, biraz daha süre sonra ise zaten yol bitti.

28 Temmuz 2011 Perşembe

bazen tesadüflerden korkmaya başlamalı mı ne?



yakın zamanda geçen tesadüfler no:1
"kırmızı, kişinin evde yalnız kaldığı akşama yakışanı içmesidir" düşüncesinden hareketle iş çıkışı ilk istikamet olarak tekeli belleyerekten, günlük rutin hâline gelen alışverişimi yaptıktan sonra evin yolunu tutup da oturursun bilgisayarın karşısına, yemek yapsam mı yapmasam mı tartışmasının ardından "yemek dediğin nedir ki, göbek yapıyor hem" diye kendimi ikna ettiğimi düşünürken aslında kendimi ikna edenin "alkolik ben" olduğunun farkına varmıştım. eve girer girmez kutuyu açıp içmeye başlamıştı bile ipne, "neyse madem açtık içelim bitirelim ilkini de ondan sonra bakarız yemek işine" demiştim.
hiç kimsenin karışmadığı gibi kana karışan kırmızı, yine her zaman yaptığını yapıp kontrolü tabii ki alkolik olan bana doğru sevk eyleme görevini büyük bir hızla yapmaktaydı, birincinin sonlarına doğru gelirken kafamın içinde dönüp duran "ya abi yemek ne ya bitireyim de ikiye geçeyim; arada yemek yersem, kafasını yaşayamam" söylemlerine çoktan tav olmuştum son kısmı da dipleyip, masaya koyduğum an, tekerleği çıkmak suretiyle sürekli piçlik yapan sandalyemin yine ipnelik peşinde koştuğunu sanıp bir küfür savurdum, ama gördüğüm kadarıyla sandalye ve tekerlek arasında herhangi bir ayrılık ufukta gözükmemekteydi, resmen "biz ayrılamayız" düeti yapmaktaydı pezevengin damatları, hasiktir lan kafam mı güzel oldu tek kırmızıdan diye düşünürken yok artık o kadar da olamaz demiştim ki "var olan ama duruşu olmayan"ı anmak ve "sen mi büyüksün kırmızı mı" şeklinde günlük takılmamı yapmak üzere kafamı yukarıya kaldırıp baktığımda tavandaki aydınlatma aparatının da sallandığının farkına varmıştım, "oa oa deprem oldu lan galiba" dedim, benden başka kimse olmadığı için bir tek ben duydum; bi otuz saniye panikledikten sonra olağan soğukkanlılığıma geri dönüp, "amaan en fazla nolur abi ölürüz işte" dedim, sanırım bu kısmı evde birisi olsa da duyamazdı, içimden söylemiş gibiydim çünkü. ilk kırmızının bitirilip masaya vurulduğu an deprem olması, bir uyarıydı belki de ama pek de umursamadım. "tesadüf abi yıeaaa" şeklinde "alkolik ben"in beni iknasıyla ikiye geçmiştim bile. sonra bunun üzerine pek de kafa yormadım - yazar burada yalanın dik âlâsını atmakta, kafa yormadıysan ne buraya yazıyosun ozman demezler mi adama- tamam lan kafa yormadım değil de umursamadım işte.

yakın zamanda geçen tesadüfler no:2
işbu klipleri hatırlayamayacak kadar eski zamanlarda izlenilmiş, hiçbir şekilde sözlerine dikkat etmediğim grup olan rhcp hakkında "etkilendiğimiz grupların ilk sıralarında joy division gelir" muadilinde bir açıklamalarına rastlayınca sözlere filan dikkat ederek kurcalamaya başlarım. işten dönülen -bu sefer kırmızısız- bu akşamda, otherside'ın klibine bakmak ister boşvernist kişisi, klibi iki tur izler, facebook feedlerini yenileyeyim derken klibin pek de rhcp dinlemeyen bir arkadaşı tarafından birkaç saniye önce paylaşılmış olduğunu görüp derin bir hassiktir çeker. "tesadüfler çok garip şeyler lan, keşke kırmızı da burada olaydı da şu tesadüfü göreydi ah ah" der ve de bir kahve daha yapmak üzere gider iken ağzının kenarına yerleştirdiği sigarayı yakıp odanın dağınıklığına anlamsız bakışlar atar.

16 Ocak 2011 Pazar

birdy(1984) ve bir tesadüf

bu sefer izlemediğim bir film hakkında bir yazıyla karşı karşıya kalacaksınız baştan uyarıyorum.

işbu birdy adlı 1984 yapımı filmi izlenecek filmler listeme eklenmiş olup da uzun süredir izlemeye fırsat bulamadığım bir film olmakla beraber izlememiş olduğum hâlde film isteyen arkadaşlarıma çekinmeden önermekte olduğum film idi. taa ki, bu akşam karşılaşmış olduğum duruma kadar:

filmi önerdiğim arkadaşlarımdan biri şehir tiyatroları sayfasına bakarken, aynı senaryodan bir adet oyunun mevcut olduğunu görüp, tam o sırada kafasında "aa boşvernistle buna gitsek ya" düşüncesini gezindirirkene anlamsız anlamsız oyundan kareler kısmına bakmak suretiyle o vurucu noktayı yakalar: kendisinin eski sevgilisinin yeni sevgilisi tiyatrodaki oyunda rol almaktadır.

boşvernist olarak yine şanssız bir tesadüfe sebebiyet vermenin acısını yaşar iken bi anda saçma tesadüfler yaratacak ortamı hazırlamak, hazırlanmasına katkıda bulunmak benim özel bi yeteneğim mi diye de düşünmeye başlamadım değil. kırılması gereken noktalarda hep yanlış tarafa kırılmış bi hayata sahip biri olarak, çevremdekileri de etkilemeye başladığımı düşünmek hoşuma pek gitmiyor gibi:

belki artık insanlara önerilerde bulunmayı bırakmalıyım,
belki de hepsi sadece kötü şanstan ibaretti...

sonuç olarak aslına bakılırsa tesadüfler kötü olsa da iyi olsa da çoğu zaman komik gelmiştir bana diyeyim ve daha sonra "tesadüfler" konulu bir post için bunu yarım bırakıp da susayım.

13 Şubat 2010 Cumartesi

okul hayatımız nasıl şey oldu... karardı

(aslen 26 Ağustos 2007 Pazar)

ecg (22:47): stumble'la ahaha
ecg (22:47): ben sabahtan beri
ecg (22:47): stumble
sm7h (22:47): onelan
sm7h (22:47): ?
ecg (22:49): araştır soruştur ekşide falan
ecg (22:49): uğraştırma beni :P
ecg (22:49): http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=stumbleupon
sm7h (22:57): hmmm hgüzel bişie benziyo
sm7h (22:57): :D
ecg (22:57): süper bişey güzel ne kelime :P
sm7h (22:57): adaş hiç başlamamak en iyisi galiba
sm7h (22:57): :D
ecg (22:59): niye bee
ecg (22:59): bayaa güzel o
ecg (22:59): hele firefox kullanıyosan
sm7h (23:00): olm olm bu dalga benim ortalamamı 1.82 den 0.91 e indirebilecek bi atraksiyon gibi duruyo valla
sm7h (23:00): :D
ecg (23:01): ne ortalaması beee
sm7h (23:01): not nott
sm7h (23:01): :D
ecg (23:04): hhahahaha
ecg (23:04): iyi başlama

sonra n'oldu? başladı tabi bu. ben de devam ettim. bu günlere geldik. böyleyken böyle işte.

29 Ekim 2008 Çarşamba

oyuncak kedi

evet, işte burdayız! zaten hiçbi' yere kaybolmadık... (zamanında başlangıcını bile doğru dürüst yapamadığımız bu blog'a neden geri dönmüş bir efsane havası vermeye çalıştığımı bilmiyorum ve galiba bu kurabileceğim en uzun cümleydi)

bu aralar beyazıt'ta sürekli oyuncak kedilerle karşılaşıyorum. miyavlamaları gerçek kedilerinkinden daha gerçekçi. birkaç aylık kedi büyüklüğündeler, yürüyüşleriyse felçli kedileri andırıyor. hiç felçli kedi görmedim.

özellikle sabahın köründe okula giderken bunların seslerini duymak hiç çekilmiyor. uykusuzluk, stres ve bu gibi şeylerin yanında miyavlamalar iyi gitmiyor. peki her sabah "aa? bir sürü kedi? ama nerdeler ki?" diye şaşkın şaşkın etrafıma bakıp da her sabah aynı manzarayla karşılaşmama ve sinir olmama ne demeli?

bir öğle vakti gittim, fiyatını sordum, "beş yetele" dedi adam, yüzündeki ifadeden içinden şunları geçirdiği sonucunu çıkardım: (fena değildir empati yeteneğim)

"siktireeet almaz bu. şuna bak beş diyince tipi değişti resmen. hepinizin mına koyayım. süper kedi lan işte, neyini beğenmiyosunuz mına koyayım? almıycaksan siktir git, kapama dükkanın önünü. dükkan nerden çıktı amına koyayım* ya..." ve benzeri düşünceler içindeydi, evet. kirli sakalı vardı, hayattan bezmiş izlenimi veriyordu.

"bunu alırım onun yerine, hem de bedavaya" dedim arkadaşıma, yanından geçtiğimiz çöp konteynırının içinden fırlayan bir sokak kedisini göstererek.

güneşli bir gündü ve filozof değildik hiçbirimiz ve canımı sıkan da tam olarak buydu