23 Mart 2012 Cuma

spagetti ağacı şakası


1957'nin bir nisanında, bbc'de habercilik tarihinin belki de en büyük çaplı etkiye sahip şakası yapıldı. panorama programının kameramanı charles de jaeger, çocukluğunu avusturya'da geçirmişti. ilkokulda öğretmenleri, öğrencilerini kızdırmak için "spagettinin ağaçta yetiştiğini söylesem inanacaksınız, yemin ederim geri zekalısınız çocuklar!" diye isyan edermiş. kültür farkı tabi. ingiltere'de yaygın değilmiş o vakit spagetti. zengin yiyeceğiymiş, pahalıymış, yalnızca lüküs restoranlarda bulunurmuş. garipler ne bilsin.

hal böyleyken, bizimkinin aklına tüm ingilizlerin zeka geriliğinden muzdarip olduğunu kanıtlamak gelir ve bu sayede, programın üç dakikalık kısmı isviçreli ırgatların tarlalarında nasıl olup da spagetti yetiştirdiklerine, bu zorlu uğraşın inceliklerine ve bu gibi ehemmiyet arz eden birçok detaya ayrılır.

programı sekiz milyon kişi izler. içlerinden binlercesi bizzat kanalı arayarak konu hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak istediklerini ifade eder. kanaldan kendilerine verilen cevap ise manidardır: "domates salçasına bir spagetti filizi ekin ve sulamaya koyulun!"

hülasa, internet yokken yaşam zormuş a dostlar. ancak spagettisiz hayat, şüphesiz hepsinden beter...

20 Mart 2012 Salı

I am I am I am Superman and I can do anything

her seyi yapabilirmisim gibi geliyor, o yuzden uyuyacagim. hiçbir şeyi yapamayacak olsam da, yapacağım şey değişmezdi: o zaman da uyuyacak olurdum.

her koşulda ilk fırsatta yapacağım şey uyumak olacaksa, "bu her şeyi yapabilirim ben" hissiyatı sanki biraz yanılsama idi. her şeyi yapabilecekse niye uyumak istesindi ki insan; ne bileyim, uyku bir parça ölüm değil miydi esasında, eğer ki o süreç içerisinde görecek tatlı rüyalarınız yoksa?

aslına bakarsan kabus görmek de, hiçbir şey görmemekten iyi miydi ne bi yerde: panikle yataktan uyandıracak, heyecanlanacak şeyler olmaktaydı işte, hatırlanacak bir şeyler vardı uykunun içine dair, "gözleri kapadın-gözleri açtın"dan ibaret değildi. her günün başlangıcında, insanlık tarihinin en önemli felsefi sorunu sayılan "bugün de kaldığın yerden devam etmeli mi etmemeli mi konusu"nda senin kararına bir etki olacaktı belki, o rüya-kabus her neyse işte.

etkiler önemliydi, etkisizlikten sen de korkarsın kabul et, hepimiz korkarız bunda sorun edilecek bir şey yok; yaratılışımız kaynaklıydı hepsi, etkileşmek zorundaydık birileriyle, bir şeylerle, bazen yalnızca kendimizle. efsanedeki gibi insanlar yaratıldıkları gibi ikiye bölünüp parçalar birbirinden bağımsız rastgele dağıtılmışlardı belki. hayatımız diğer yarımızı aramakla geçecekti, onu aramaya çalışmadan hayata devam edemezdik, bulana kadar etkileşirdik yapabildiğimiz kadar. belki hiç bulamayacaktık o tamamlayacak parçayı; ama bu etkileşimler avutacaktı bizi. belki de sadece aramaktı tüm olay, bulmak değil; sonuna gelmeden bilemezdik, hepsi bu.



# ilk cümle için dansedenayi'ya teşekkürler.

19 Mart 2012 Pazartesi

no alarm and no surprises, please

"siz de müzeliksiniz hocam" dedi saba tümer, sabahın köründe. onunla yattığımı hatırlamıyordum... televizyon açık kalmış olmalıydı. doğruldum ve bakışlarımı karşımdaki aptal kutusuna yönelttim. gri, donuk ekranı selamladı beni. okkalı bir küfür savurdum. ne sikim oluyordu lan bu?

tiz bir kahkaha dağıttı düşünce balonumu. saba tümer kahkahası.* neydin sen be kadın? ne yapmıştım da böyle bir lanete bulaşmıştım acep? buna cevap aradım bir süre. ilkokul yıllarım huzur içinde geçmişti. yalnızca bir keresinde mahalledeki sokak köpeklerine müshil vermeye çalışan dombili ali kendisine yardım etmezsem onları üzerime salacağını ağzından tükürükler saçarak dillendirmişti de, ben de naifçe itaat etmiştim... bir gün içinde tüm sokaklar kahverengiye boyanmış, belediyeden ekipler gelip bir deri-bir kemik kalmış hayvancağızlardan canını kurtarmayı başarabilenlerini toplayıp götürmüştü. bu gibi düşünceler birbirini izliyor, ben de onların girdabında sürükleniyordum. sonra satori gibi bir şey oldu, kafamda binlerce havai fişek patladı... ancak o zaman seslerin kafamın içinden değil de, mutfaktan geldiğinin ayrımını yapabildim.

odadan çıktım, var gücümle mutfağa yöneldim. paniğe kapılmıştım, ancak koşturmanın bir anlamı yoktu, zaten tüm evin başıyla sonu on beş adım tutmazdı. mutfağın kapısında, daha önce hiç görmediğim, izbandut gibi bir herif karşıladı beni:
- günaydın hakan bey.
- günaydın, dedim. kibar bir adama benziyordu şu izbandut.
- sizi uyandırmak istemedik... ev sahibi haberiniz olduğunu söyledi.
- haberim mi... neyden?
- saba tümer'le bugün programının çekimleri, bir defalığa mahsus bu evde yapılmakta. hatırlarsanız geçen hafta içinde sekreterimiz mine hanım sizi arayıp onayınızı almıştı.

mine hanım... mine? iki hafta evvel mine diye bir hatunla takılmıştım, o olmasındı bu? "şu mine hanım" dedim, "nasıl biri? kusura bakmayın, uykumu alamayınca sersemleşirim de biraz."

sırıttı izbandut. beyaz dişlerini, yakışıklılığını açığa vuran, üzerinde çalışılmış bir mimikti bu. üzerine çektiği lacileri, endamını, kusursuz türkçesini tamamlıyordu. katlanamazdım böylelerinin gülümsemesine. çekemezdim benden iyi olanları... kimseyle geçinememem bu yüzdendi belki. bunlar aklımdan geçerken izbandutumuz boğazını temizledi ve anlatmaya başladı:

- siz mine'nin arkadaşı değil misiniz, hakan bey? on-on beş gün önce burada arkadaş grubunuzu kahvaltıya davet etmişsiniz. hepsi de evinizin manzarasına hayran kalmış. mine de ilk kez gelmiş size. buranın harika bir set olacağından bahsetmiş. (o bunları gevelerken bense "ha, şu bizim mine!" minvalinde alnımı kırıştırıyor, gözlerimi parlatıyor, sahte gülümsememi takınıyorum) haksız da sayılmaz doğrusu! bu arada ben ferhat, mine'nin nişanlısıyım.
- memnun oldum ferhat bey. doğrudur. siz anlatınca hatırladım. izninizle dışarı çıkıp bir şeyler atıştıracağım. sizlere kolay gelsin. işinizi bitirince kapıyı çeker, çıkarsınız. iyi günler.
- iyi günler, efendim. çok teşekkürler. ücretiniz banka hesabınıza yatırılacak.

iki dakika sonra dışarıdaydım. etrafa küfürler savurarak, sigaramı tüttürerek, yerde gördüğüm bir kola kutusunu tekmeleyerek sokağı arşınladım. soluğu köşe başındaki kahvede aldım. yarım akıllı insanlar, manasız sürprizler... tüm bunlar neden beni buluyordu?

cevabını asla veremeyecektim.

* http://i.imgur.com/P5zx5.jpg

18 Mart 2012 Pazar

"Keşifte çok geç kalmışsınız."

-keşifte çok geç kalmışsınız.
-anlayamadım?
-çok geç işte.
-peki.

kafasından cümleyi çıkaramadan tüm yolu geri yürüdü, ne kadar geç kalmış olabilirdi; düşündü. geç kalmanın geçi-erkeni mi olurdu? beyninin yarısı "geç kalmışsam geç kalmışımdır" diye geçiştirmeye çabalarken, "geç kalınmamış olsa, ihtimaller yaşamı farklı varyasyonlarla ilerletmiş olur muydu?" sorusu diğer yarısında dönmekteydi. zaman, geç kalıp kalmama meselesi, geç kalmanın ölçülebilirliği ... tüm bu beyin aktivitelerine değecek kadar büyük sorular mıydı tüm bunlar?
tüm bu kafasında dönen düşünceler içerisinde tekel'e uğrayıp ihtiyaç molası verdiğini, iki kolon sayısal oynadığını, eve girip kendini direkt yatağa attığını, birkaç dal sigara tüttürüp bi yandan da kendisi için mitleşmiş kırmızı'yı içtiğini, açtığı listede bilmem kaç şarkı döndükten sonra fark etmişti. düşünmeye başlamaktan, farkındalığa kadar olan kısmın tümünü beynini stand-by'a almak suretiyle başarabilmişti. taa ki "john frusciante-time is nothing" rastgele gelip de; kendisini 4. boyuttan bi dürtmeyle uyandırana kadar: tüm bu zamanla ilgili düşünme çalışmaları; gereksizliğin, dünyaya herhangi bir iz bırakma ihtiyacı duymamış ilkel bir topluma ait sadece konuşulan, yazıya dökülmeyen bir dildeki karşılıklarından biriydi.


# ilk cümle için tottokoro'ya teşekkürler.

Evsiz, Heimatlos, SDF, Homeless


 
Zengin bir semtte, icini ordan burdan bulunmus eski yorgan, yastikla doldurdugu el arabasiyla dolasiyordu. Luks arabalarin yagmurlu havada yorganini islatmasina aldirmadan kendine yatacak yer ariyordu. Saat kulesinin cani, vapurun dudugu, tiklim tiklim dolu salondan gelen kahkaha ve muzik sesleri artik yatma vaktinin geldigini soyledi. El arabasini otobus duraginin tentesinin altina ozenle yerlestirdi, durakta bekleyen birkac kisiye selam verdi. Yastigini sokak lambalarinin en az aydinlattigi yere yerlestirdi, yorganin uzerindeki yapraklari silkti ve bir hamlede yataginin icine kuruluverdi. Ruyasinda buyuk bir kahvalti sofrasinda olmayi hayal etti ama bu hayalin heyecani uzun surmedi. Gozlerini actiginda el arabasini sarsarak kendisini uyandirmaya calisan, kisa boylu, sisman polisi gordu. Polisin kendisine soylediklerinin pek cogunu anlamadan, arabadan indi, yastigini ve yorganini duzeltip, sokak isiklarinin parlattigi islak kaldirimda yuruyerek kendisine yatacak yeni bir yer aramaya basladi.


Kalkti. Ruyasinda gordugu bu yabanci sehri tanimiyordu. Muhtemelen hic tanimayacakti da. Sokakta yagmur altinda uyumaya calisanlari uyandirma gorevi ustlenen birilerinin oldugu sehre neden gitmek istesindi ki?


Katedral cevresinin yaz kis durmayan ruzgari, terli alnina carpiyordu. Kazaginin yeniyle alnini sildi, yaninda kendisiyle birlikte yasayan kopeginin basini oksadi. Gitmek icin ayaga kalktiginda kopek etrafinda dolanmaya baslamisti bile ama bu karninin aciktiginin gostergesi degildi. Esyalarini toplarkan kosedeki kafede oturan arkadasini gordu. Kopegini kafenin karsisindaki insaatin iskelesine bagladi. Yorgan, yastik ve birkac sise sudan olusan yukunu kopegin yanina birakip, masaya oturdu. Masada duran biradan bir yudum aldi, sigarasini sarmaya basladi. Keyfi yerine gelmisti simdi gordugu kotu ruyadan sonra. Garson kadin kendisine buyuk bir bardak bira getirdikten sonra telefonu calmaya basladi. Yan masada oturan birkac genc kendisi hakkinda senaryolar uretmeye baslamisti bile telefonla konusurken. Telefondan sonra arkadasiyla bir sure daha konusup birlikte kalktilar.


Cantasini sirtina asti, kopeginin ipini bagli oldugu demirden kurtardi, arnavut kaldirimi sokaktan sola donerek gozden kaybolu.


                                                                                                                 
St. Patrick’s Day 2012... 



"kaderin elinde büyümüş bir çocuğu sırtımda taşırken ayağım subirikintisine takıldı ve uçmaya başladım."

kaderin elinde büyümüş bir çocuğu sırtımda taşırken ayağım su birikintisine takıldı ve uçmaya başladım. evet, o büyülü zamanları daha dünmüşçesine, geceleri uykuma giren bir düşmüşçesine anımsıyorum. ıslak ayaklarıma kaçamak bir bakış savurup yerden kesildiklerinin ayırdına vardığımda bedenimi saran soğuk ter, aynı nemliliği tüm vücudumda hissetmeme sebep olmuştu. işte tam o sırada bilincimin kapısını çalmıştı sırtımdaki çocuk. boynuma sarılı değildi elleri. ensemi ısıtan nefesinin yerinde yeller esiyordu. yoktu. tökezleyişimin yarattığı sarsıntıya dayanamamış olmalıydı. var olmayan herhangi bir şeyden daha sahici değildi artık. hafızama kazılı irili-ufaklı sayısız anıdan başka, varlığını duyumsayabileceğim bir yer de kalmamıştı. zavallı yavrucak! tüm o düşünceler, sevinçler, umutlar, acılar, sıkıntılar, mekanlar, olaylar ve insanlarla birlikte kendisi de geçmişin kilitli kapılarının ardında hapsolmuş ve hiçliğin sonsuz karanlığına karışmıştı. onun kabuğundan sıyrılan bense zamanın ipine sıkıca sarılmış, yeniyetme bir yetişkin olmanın verdiği heyecanla yolculuğumun asla bitmemesini gizlice diler olmuştum.


# ilk cümle için tottokoro'ya teşekkürler.

13 Mart 2012 Salı

alev seni çağırıyo

film senaryosu önerisi: çevresinde sıradan bir üniversite öğrencisinden fazlası olduğu intibası uyandırmayan tonguç, birtakım anlaşılmaz ruhani güçler sayesinde sınıfındaki öğrenciler arasında nalları ilk dikecek kişinin aybars olduğunu, kendisininse azrail'in defteri dürülecekler listesinde ikinciliği kimselere kaptırmadığını öğrenir. cinlere teşvik primi verdiğinden cehennemde kendisini bekleyen alevleri ta bu dünyadan hissedebilen tonguç, ömrünün geri kalanında aybars'ı her türlü beladan korumaya ant içer.

tarz: sikimsonik aksiyon gibi, ama fantastik ögeler de içeriyo

film adı: "alev seni çağırıyo" yahut "koruyucu şeytan"

süre: 119 dk

imdb puanı: 5,7 (asla dikkat çekemeyecek kadar sıradan)

yönetmen: mahsun kırmızıgül

oyuncular:
satanist evlat arif (tonguç),
metin özerdoğan (ruhani güçler - sadece sesi duyuluyo),
kenny [south park] (aybars),
emma watson (tonguç'un sevgilisi; film reyting alsın diye sırf),
inek (inek; alakasız bi sahnede var),
egemen bağış (kendisi).

"canım bir yarım ekmeğin içini salam ve beyaz peynirle doldurmak istiyordu"

(yeni blog konsepti: gelişigüzel bir cümleyi manidar bir metne ulaştırmak.)

canım bir yarım ekmeğin içini salam ve beyaz peynirle doldurmak istiyordu. bunu yapacak ve sonrasında yeniyetme ressamların kıçıkırık otoportrelerine yaptığı gibi, saatlerce kendisini izleyecektim. hayır, canım yemek istemiyordu. hayır, aç değildim. rivayet edilirdi ki geçmişi yoksulluğun pamuk ipliğiyle örülmüş her kim beyaz peynir ve salamı ekmeğin hamurunda buluşturursa; yüreğinde saklambaç oynayan çocukluk anıları, ufukta uçurtmalarıyla birlikte yitip giden düşleri, herkesten sakındığı ilk harçlık, annesinden yediği son azar, babasından yediği son dayak, midesindeki kelebekleri kanatlandıran ilk aşk, göğsünü kabartan ilk öpücük... de onları takip eder ve kokularına karışır, kişiyi en harbi saykedeliklerin çıkaramayacağı bir yolculuğa sevk ederdi. işte bu nedenle benim gibi bazılarının dini nostalji, peygamberiyse salam ve beyaz peynirli ekmek kokusu idi.

12 Mart 2012 Pazartesi

futbol savaşı (la guerra del fútbol)

hayır; başlıktaki "savaş" sözcüğü sözkonusu spordaki rekabeti ve bu rekabetin sonuçlarını ifade etmek için kullanılmadı. futbol savaşı, el salvador ile honduras arasında 1969 yılında patlak vermiş bir savaştı. topun haricinde; tüfekle, ağır sanayi hamleleriyle edilen, tarafların birbirini öldürme emeli güttuğü, üç bini aşkın kişinin katlolduğu, kanlı bir cenk.

yirminci yüzyılın başından itibaren, salvadorlular tası tarağı toplayıp taşı toprağı altından işlenmiş memlekete, honduras'a göç ediyordu. bu durum honduras'ın topraklarının hatırı sayılır bir kısmını elinde bulunduran ağababalarını, muteber şirketleri kıllandırmış, hükümetin başında bulunan kuklalarının iplerini öfkeyle çekiştirmelerine neden olmuştu. bunun sonucunda honduras hakanları ve bakanları bir araya gelerek literatüre "geldikleri gibi giderler kanunu" (ing. salvadori punks fuck off) şeklinde geçen birtakım yüksek ehemmiyete sahip nehiylerle salvadorlu kaçakların def edilmelerinin önünü açtı. sonrasındaki süreçte tatsız, huzursuz, itiş-kakış dolu sabahlara uyandı iki ülke sakinleri. husumet dinmedi... aksine, bir girdaba kapılmışçasına sürüklenir oldu yalnız ve güzel ülkelerin vatanperver insanları.

ortam böylesine gerilmişken, 1970 dünya kupası elemeleri de süratle neticelenmeye devam ediyordu. kader bu ya, iki ülke takımlarının da honduras'ta karşılıklı ayaktopu tepmesi uygun görülmüştü. bu müsabaka, tarafların arasındaki anlaşmazlıkları savaş meydanı yerine çim sahalarda çözerek devletlerarası ilişkilerde yeni bir dönem başlatmalarına önayak olabilirdi; ancak bu tarihi fırsat -üstelik hiç değerlendirilmeye dahi alınmadan- bir ayaktopuymuşçasına tepildi. bunun yerine, savaşı stadyumlara taşımak gerektiği düşünüldü ve gürültüler, patırtılar, arbedeler çıktı; birileri öldü, ötekiler ölenlere nazire yaparmışçasına sağ kaldı. kazanan yılandı; kaybedense ademiyet. müsamerenin ikinci perdesi, el salvador'da sergilendi: ilkinin sıkıcı bir tekrarı... son perdedeyse sahneye kahpe kader çıktı. bu iki hasım, dünya kupası'na gidiş bileti için meksika'da son bir tangoya davetliydi.

dakikalar birbirini izleyip doksanıncıyı da aralarına katınca, hep beraber bitiş düdüğünü üflemeye giriştiler. "her bitiş bir başlangıçtır" derler ya, işte skor tabelasındaki
EL SALVADOR 3 : 2 HONDURAS yazısı da el salvador hükümdarının koltuklarını epey bir kabartmış ve honduras büyükelçisinin kıçına tekmeyi basmasına, bununla da yetinmeyip savaş girişimlerinde bulunmasına neden olmuştu.

dört gün boyunca hüküm süren kaos yüzbinlercesinin evini, onbinlercesinin işini, binlercesinin canını elinden almıştı. demek ki "futbol adam bıçaklamaktır" gibi anlamlı sözler durup dururken ortaya çıkmıyor. bir bak bakalım, neden söylenmiş? öyle değil mi?

(savaşın ismini ilk gördüğümde, pek olağandışı bir durumu anlattığını sanmış, heyecanlanmıştım kendimce. futbolla ayyuka çıkan bir gerilimmiş hepi topu. buna rağmen, yazmak candır elbet.)

6 Mart 2012 Salı

yine yazıyorsam iğreniyorum demektir

OTUZBİR ÇEKİYORSUN, BELKİ DE SONUNCUSUNUN ARDINDAN ELLERİNİ BİLE YIKAMADIN ve o ıslak ellerini klavyenin tuşlarında gezdiriyorsun. sırayla şu tuşlara gidiyor parmakların: "merhabalar efendim. sizlerin o güzel çehresini göremediğim için günlerdir perperişanım. sağlığınıza duacıyım..." ve sözcüklerin benim asla ulaşamayacağım bir şairanelikte akıp giderken, tiksiniyorum senden nazik insan. takım elbisesini kuşanıp her ismin kuyruğuna "bey"ler ve "hanım"lar düğümleyen arsız insan. söyledikleri asla söylemek istediklerine denk düşmeyen insan. hayat köprüsünü ayılarla birlikte arşınlayan insan. es kaza karşılaştığı samimiyette kabalık bulan, varlığıyla nabarışık insan. tek başına kaldığında idine teslim olan insan. hepimizden birisin. resmiyet denen illeti soluyorsun. onu çayına katıyor, ekmeğinle yiyorsun. ve ben de sana dönüşüyorum. her geçen gün biraz daha sen oluyorum! ikinci yüzüm çıkıyor ve ilkini gölgede bırakıyor.

2 Mart 2012 Cuma

uluslararası civciv birimi


böyle bir birim varmış. kısaltması da ICU (international chick unit). kanatlı hayvanların D vitamini gereksinimini civcivlerin gereksinimi üzerinden ifade ediyorlarmış. bu birimi duyunca nedense irkildim.

"bir civcivin ölümü trajedidir, ancak bir milyon civciv birimi istatistiktir" -- josef stalin

güncelleme ikiüçikibinoniki

bazen boş işlerle uğraştığımı düşündüğüm oluyor. sonra şöyle bi diğer insanların ne yaptığına bakıyorum, "e lan bunların uğraştığı, önemsediği şeyler bana göre daha boş işler b'olum" diyip de; boş işlerimle uğraşmaya devam ediyorum.

kendimle ilgili şüphelerim azalıyor; galiba aptallaşıyorum. "ignorance is bliss"i "aptallık rahatlıktır bebeğim" şeklinde yorumlu ve yarakkürek bir çeviri yoluna gider ve de konuyu s*ktir eder geçerim.

bi de biri dünyanın eğimiyle oynadı sanırım, bi tarafa doğru meyil var arkadaşım, aşağı doğru gidiyoruz hafif hafif kaymak suretiyle. ben dibi bulmadan önce, ilgilileri göreve çağırıyorum.
kesin yine bu özgüven dolu ipnelerin işidir mk; hepiniz bi taraf toplandınız da, tepsi dünyamızın tek bir yönden ağır çekmesine sebep oluyonuz di mi lan g*tverenler. azıcık sağ sol yapın da dengemizi bulalım, kümeleşmeyin dağılın. o kadar egoyu bir noktadan etkimeyle kaldırabilecek bir dünyada yaşamıyoruz, bi öğrenemediniz esteban'ın evlatları.

not: şu sıralar diksiyonum y*rrağı yemiş durumda.

1 Mart 2012 Perşembe

övüldünüz

merhaba sevgili anlayan ve devam etmek isteyenler! anlamak ve devam etmek istemek... şüphesiz; yalnızca bu iki eylemi gerçekleştirebilen bireylere sahip toplumlar "gelişmek"ten söz edebilir. bu bağlamda her birinizin toplumu peşinde sürükleyen birer önder, ona kılavuzluk eden birer rehber olduğunuzdan adım gibi eminim! bu memleket, sizin omuzlarınızda yükselecek! aydınlık bir gelecekle kucaklaşmamız, sizin sayenizde olacak! mutlu ve huzurlu yarınları okşarken size dua edeceğiz! yeni dünya düzeniyle yiyişirken sizi anacağız! muasırötesi medeniyetimizle pozisyondan pozisyona koşarken size minnet duyacağız! iyi ki varsınız! sizleri seviyoruz.