31 Aralık 2011 Cumartesi

Geri Dönüşüm



Sahnedeki tüm ışıklar onun üzerindeydi. Seyircilerin yüz ifadelerini göremeyip sadece alkış seslerini ve belli belirsiz homurtulari duymaya artik tahammül edemiyordu. Beyin fonksiyonlarini yerinden oynatan bu seslere karşılık vermek isterdi diğer zamanlar ama sahnedeyken tüm kaslari kasılır, kafası karıncalanmaya başlardı. Bir saniye bile olsa kendisini mutlu eden tek şey, sahne merdivenlerinin yanında, yağmur damlalarının oluşturduğu kücük su birikintilerini görmekti. İkinci basamağa adımını attığı an bu mutluluk da geçerdi. Beş senedir erteliyordu bunu. Her seferinde “bi dahaki sefere”  diye söz verirdi kendisine. Ama bu “bi dahaki sefere” yerini bir başka “bi dahaki sefere”ye bırakırdı her zaman.


Sahneden alnındaki ter damlacıklarıyla inerdi. Yeni sahnesine ilk hazirliği yapmak icin hemen makyaj odasına koşup makyajını yenilerdi. Bazen iki sahnedeki oyun ve dekor birbirine o kadar benzerdi ki makyajını temizlemeye gerek kalmadan kapıdan çıkıp giderdi.


Paltosunu kalorifersiz odadan alıp hızla dışarıya çıktı. Odanın soğukluğunun içine işlemesine izin verip, sokak merdivenlerden yuvarlanırcasına indi. Kulaklığını taktı, müziği açmadı. İçinden birşeyler mırıldanmaya başladı. Sahilde her zaman oturduğu banka hızlı adımlarla yürürken, sökülmüş ayakkabı bağcıklarının salınımlarını hayretle izledi yine. Havada, yarı özgür uçuşan, uçları birbirine bağlı olmasına rağmen iki farklı ip gibi görünen bağcıklar.


Oturacağı bank yağmurdan ıslanmıştı. Küçük bir kismi eliyle kurulamaya calisti, yağmur devam ettiği için kurulamaya çalışmanın faydası yoktu. Öylece oturdu banka. Kendini düzeltmeden, oturduğu şekliyle bir süre karşı kıyıyı izledi. Işıklar yine hiçbir canlılık belirtisi göstermeden karşısında dikiliyordu. Seyircileri düşündü, yüz ifadesini değiştirdi önce, cebindeki paketten bir sigara çıkardı. Sigaranın dumanı ve sıcak nefesinin buharı birbirine karışıyordu. Hangisini daha önce dışarı üflediğini farkedemiyordu artık.


Müziği açmayı düşündü bir an icin fakat vazgeçti. Tekrar kendi kendine mırıldanmaya başladı. Çektiği dumanı dışarı üfledi. Dumanların arasindan bir çocuğun kendisine gülerek baktığını farketti. Bu birkac saniyelik göz göze gelmenin ardından çocuk koşarak uzaklaştı. Çocuğun kendi yüz ifadesinden korktuğunu düşündü. Yüzüne dokunup ifadesini hissetmeye çalıştı. Bu ifadeyi saklayıp yeri geldiğinde kullanması gerekiyordu.


Boğazdan geçen geminin sireniyle birlikte kulaklığını çıkardı. Siren müziğin bitişiydi. Ayağa kalktı, gemi önünden geçerken paltosunun fermuarını açtı. Geminin rüzgarını ciğerlerine doldurdu. Oturma isteğiyle geri döndü; bankta kendisi farketmeden gelip oturan kadını gördü. Dimdik kendisine bakıyordu. Kadının yüz ifadesinden, ayakta gecirdiği bu sürede, banka sessizce yaklaşıp geminin geçtiği andaki hareketlerini izlediğini anlayabildi. Banka korkarak yaklaştı, oturdu. Sahnedeyken izleyenlerin yüz ifadelerini ayrıntılı göremediği için kadına büyülenmiş gibi bakıyordu. İlk kez bir yüzü bu kadar yakından seyrediyordu. Teninin beyazlığını, küçük dudaklarının kıvrımlarını, alnından kulaklarına uzanan dalgalı kızıl saçlarını yutarcasına izliyordu. Yüzünün detaylarını öğrendikçe enerjisinin giderek azaldığını hissetti. Tam bu vahşi derse son verip sigara almak için elini cebine atmak isteyince, kadın elini tuttu, ayağa kalktı. Yüz ifadesi şimdi daha farklıydı. Geçirdiği sürenin pişmanlığıyla elini bıraktı, martı seslerine eşlik eden topuk tıkırtılarıyla birlikte kadın oradan uzaklaştı.


Topuk seslerinin kulağında bıraktığı yankıyla saatine bakmak geldi içinden. Uzun bir süre baktı ama saatin kaç olduğunu anlayamadı. Kayışı tokasından kurtarıp çıkardı saati kolundan ve tüm gücüyle denize fırlattı. Zamanı öğrenmenin bir anlamı kalmamıştı artık.


22 Aralık 2011 Perşembe

piyongyang & histeri krizlerini andıran toplu ağlaşmalar üzerine

kim jong-il'in ölümünün ardından medyanın, bilhassa medyamızın salaklığını bir kez daha yüzüme tokat gibi vuran "abi yea adamlar cezalandırılmaktan korkuyormuş ve onun için ağlıyormuş," "zavallıcıkların hepsi delirmiş, vah vah" temalı haberler üzerine neyse ki güney kore'de yaşamış ve olayların az-çok içinde bulunmuş birinden tam olarak neyin ne olduğu bilgisini edinmiş oldum. ah, bir de internet olmasaydı, hepimizin belli şeylere inandırılacak olması, kuzey kore'dekilerin durumuna azıcık da olsa benzemez miydi?

"koreliler davranışlarında aşırıya kaçar. toplum içindeki hareketleri bu şekildedir, ve bu uzun süredir kültürlerinin bir parçasıdır. büyük acı ve tasa gösterileri, çığlıklar, yerde kıvranışlar ve dramatik öfke nöbetleri toplumca kanıksanmış kederlilik süreçlerinin bir parçasıdır.

özellikle toplumca stoacılığa gösterdikleri ilgi göz önüne alındığında, bu durum oldukça ilginçtir. yüzyıllar boyunca cefa çekmiş, etraflarındaki tüm toplumlar tarafından defalarca tokat yemiş, ancak tüm bunlara rağmen milletçe ve toplumca bütünlüğünü korumayı başarmış olmaktan gurur duyarlar (bu fikir birazcık kuruntu, ancak birazcık da doğru... an itibariyle neredeyse 80 yıldır ağızlarına sıçılıyor, ancak en azından güney kore'nin durumu fena değil).

önemli bir ayrıntı; bu videoların piyongyang'da, kuzey kore'nin aldatıcı yüzünde çekilmiş olması. orada insanların bu şekilde yas tutması oldukça normal, çünkü piyongyang'da yalnızca yandaş işbirlikçiler yaşıyor. onlar da takip altında tutulan, hayatları boyunca beyinleri yıkanan ve sırf "işçi sınıfı cenneti"ni yaşadıkları için ekstra ücret alan insanlar.

ancak piyongyang, aynı zamanda meşum ve pinhan bir gerçeği de içinde yaşatıyor; tüm bu şaşaa ve sahtelik içerisinde, genç nesil yürekten inanıyor ki; "sevgili liderleri," doğaüstü şartlar altında doğmuş, tanrının oğluna benzer niteliklere sahip ve kendisini özel yapan bu güçleri zamanında japonları kovmak ve "amerikan köpeklerini" savuşturmak için kullanmaktan çekinmemiş bir imparator.

eski nesil kim il-sung güce kavuşmadan önceki yaşamın nasıl olduğunu biliyor ve kendisinin "süper güçleri" hakkında pek ikna olmuş değil; ancak "sevgili baba"larını devirmek için bir girişimde bulunmak şansına da sahip oldukları söylenemez. batıdan gelen tüm haberler sıradan insanlara sansürlenerek aktarılıyor ve kötü haberlerin üzeri örtülüyor.

güney kore'deyken her sabahın 9 ve 10'unda kuzey kore radyosunun korece ve ingilizce haberlerini dinlerdim. tüm iş arkadaşlarım propagandayı, "halktan mektuplar"ı ve kim jong-il'in yazılı "cevaplarını" kendilerinden geçmiş, mest olmuş bir halde dinlerdi. bu boktan gösteri asla şaşmaz; dahası, kuzey kore dünyanın en zengin ve özgür ülkesi olarak sunulurdu.

piyongyang halkı dünyanın geri kalanındaki gelişmelerden, dahası ülkenin geri kalanında görülen açlık, gaddarlık ve yaşam savaşından izole edilmişti. sırf bu bile hükümet için kolayca kandırılmaları için yetecekken; buna bir de partizanlık yapmaları için para aldıklarını ve zevk-ü sefa içinde yaşama sebeplerinin bu olduğu gerçeğini ekleyin. yalnızca beyinleri yıkanmıyor, bir baba gibi görmeleri gerektiği öğretilen adamın da sevgisini kazanıyorlar.

daha fazlası için "stockholm sendromu"nu inceleyin. bu insanlar senin benim kadar aklıselim ve rasyoneller. yalnızca kendilerine sunulmuş olan "gerçek"ler ve tarihsel olaylar bütünü birazcık farklı. tümü nihayetinde bir bakış açısı meselesi. onların konumunda olsaydınız, siz de farklı davranmazdınız."

13 Aralık 2011 Salı

statik yabancılık

"stonehenge'e gittim, gelicem" şeklinde bir mektup yazıp odasında masanın orta yerine bıraktıktan sonra, yüzmilyonlarca eşya arasından hangisini alması gerektiğine karar veremeyip çantasını toparlayamadı. mektubu bi kenara saklayıp biraz daha uyumaya karar verdi.

yatağında dönüp dönüp, biraz daha dönerken "uyuma isteği ile uyumanın gerçekleşmesi direkt olarak mümkün olsaydı, dünya çok daha güzel bi yer olurdu" diye aklından geçirdi. ne bileyim evrim sürecimiz sonucunda on-off tuşu filan geliştirmiş olsak fena olmaz diye düşünüyordu sanırım o da; uyuma zorluğu çeken, hayalgücü körelmemiş, ortalamanın üzerinde filan olan her birey gibi.

kafayı toparlamak için uzaklara gitme fikrini uygulamaya çalışmak bile kafayı başlı başına kapasitesinin üzerinde dolduracak bir aktiviteymiş aslında; stonehenge yerine machu picchu mu yapsak yoksa, dedi: nasıl olsa, herhangi bir yeri yoktu ayırtılmış olarak bir ulaşım aracı üzerinde. "ulan spontane bir şekilde oralara mı gidilirmiş, sen bakkala bile planlamadan gidemezsin" diye içsesten sövgüler yedi. yattığı yerde tüm bunları düşünürken bakkala gidip bir sigara alıp gelmek en mantıklısı dedi.

"stonehenge'e gittim gelicem" yazısını, "bakkala sigara almaya gittim, beklemeyin ama gelcem" yazısı ile değiştirdi. dışarıya çıktı, sigarasını alıp gelmişti, iki üç dal arka arkaya içti hâlâ uykusu yoktu. masanın üzerine yazı duruyordu ama o evdeydi. evden çıkmadan önce yazıyla fotoğraf çekilmeyi düşündü, vedalaşacak bir kişi bile evde yoktu ama, vedalaşmak bu tarz durumlarda en mühim ihtiyaçtı. kağıtla vedalaşılırdı işte ya nedir yani, kimse görmeyecekti zaten.

bir kağıtla yaşanabilecek en muhteşem vedalaşmalardan birini yaşamamıştı elbet ama; kendi çapında mütevazi bir vedalaşmayla boynu bükük kalmayacak şekilde bırakmıştı onu. sigara almaya kısmına kadar olan parçayı yırttı, arkasından insanları gülümsetmek isterdi belki ama gizem yaratmak daha cazip geldi. yarısı yırtık bi kağıdın var olan yarısında "gittim, beklemeyin ama gelicem" yazısı, göze hoş geldiği kadar söyleyince kulağa da hoş geliyordu. hayatında hiçbir zaman gizemli olamamıştı zaten, çıkacağı bu yolculuktan belki yıllar sonra dönecekti, şurada bir iki gizem yarataydı da tadını çıkaraydı, bunu ona çok görecek değildi ya kimse.

"sigara almaya" yazısını pantolonunun sağ göt cebine katlayıp koydu, kağıttan bir parça gittiği yere kadar onunla gidecekti. bir daha yatağa yattı, machu picchu-stonehenge bunları düşündü, aslında sadece yabancıdan sayılacağı kadar uzağa gitmek gayet yeterliydi; tüm bu çabaların ne gereği vardı. bu çabaların anlamsızlığı görünce kendi kendine bir an çok sevimsiz geldi: gereğinden fazlasını isteyenlerden biriymiş gibi hissetti.

gözleri kapanırken tek düşündüğü kendisini yabancı hissetmek için herhangi bir yere gitmesinin gereğinin olmadığıydı. yolculuk için çanta toplama işlemi diye yaptığı şey aslında şu an için sadece odayı dağıtmak olmuştu şu an gözünde, uyanınca toparlardı, sigaradan son nefesini aldıktan sonra sigarayı söndürmek üzere karanlıkta küllüğü buldurmaya çalıştı. söndürme işlemi başarıyla gerçekleşmiş ve üzerinden zor uyuyan birinin içinin geçmesine yetecek kadar süre geçmişti ki, zilin ısrarla çalmasından gelen ses, tüm kafa sikiciliğiyle beyninin içinde yankılanmaya başlamıştı. üstüne geçirdiği hırka, ayaklarına geçirdiği terlikle; uyku sikilmesinin, yabancı hissetmek için yeterli olduğunun farkına vardı, kim basıyorsa basıyordu açmayacaktı; umursamazca, raftan rastgele bi kitap aldı. zile basmalar bittiği an rastgele bir sayfa açıp okumaya başladı.

12 Aralık 2011 Pazartesi

eski bi bar öyküsü, yarım kalmış

(üniversite hayatım boyunca derslerde yazdığım yüze yakın (evet) öyküyü kendi bloguma geçiriyodum. içlerinden en çok bunu bulduğumda sevindim. yazdığımda çok hoşuma gitmişti çünkü. şimdi, daha nesnel bir inceleme yapmayı başarınca, o kadar beğenmedim; içinde epey bir hata buldum ve yine de düzeltmeye kıyamadım. olsun.  o zamanlar aşırı derecede paul auster etkisinde kalmıştım. tapıyordum auster'a.

öykücük ne yazık ki yarım kalmış. tahminimce dersin birinde yazmaya başlayıp sonrasında unutmuşum. bu yüzden hiç okumamayı seçebilirsiniz. bir yere varmıyo ne de olsa.)

Adını şimdilerde çoktan unuttuğu bir barda, tadını asla unutamayacağı birasını yudumluyordu. Aslında bu mekana sık sık gelirdi; bazen akşamüstü iş çıkışında, bazen haftasonları kendisini evden dışarı atmak istediğinde; yazın ve kışın; sevinçli, üzgün, kızgın, pişman ve çoğunlukla hayatın kendisine verdiği tüm şeylerden bıkkınken; maaşını henüz aldığında ya da cebinden tek bir içki parası çıkarmak için zorlandığında; değişmeyen tek şeyse yalnız oluşuydu. Barı ve barmeni, içkisini bir zamanlar bolca izlediği Amerikan filmlerinde yapıldığına sürekli tanıklık ettiği gibi "her zamankinden!" diyerek isteyebilecek kadar iyi tanıyordu. Ancak kendi "her zamanki"si yetmiş santilitrelik biradan başka bir şey olmadığından, bunu yapmaya bir türlü cesaret edememişti. Zaten barmenle göz aşinalığı kurduktan bir zaman sonra da, hiçbir şey söylemesine gerek kalmadan önüne getirilmeye başlamıştı içkisi.

O geceki beşinci, hayatınınsa kimbilir kaçıncı yetmişliğini devirdikten sonra tuvalete gitme ihtiyacı duydu. Merdivenden inip kendisini içeri attı ve doğru kapıdan girip girmediğinden emin olmadığı için ruhunu hafif bir tedirginlik duygusu kapladı. Bu duygudan kendisini kurtarmasıysa ancak kabine girip aşina olduğu "ARA BENİ BOYA BENİ: 05..." ve benzeri yazıları görmesiyle mümkün oldu, çünkü buranın tuvaletlerinde pisuvar yoktu. Böyle şeyleri yazanların ruhsal durumlarını kafasında kurgularken çoktan ellerini yıkamaya başlamıştı bile. Sonra titreyen sağ elinin basit bir hareketiyle suyun sesini kesti, düşünceleri de bu sesi takip ederek hiçliğe doğru yol aldı; öyle ki, ayakları merdivenlere vururken kafasının boşluğu canını acıtıyordu. Gözleri neredeyse tamamen kapalı ve acıdan kıvranır bir halde son basamağı da geçtiğinde, zihni yeniden canlandı, barmene doğru ilerlerken sağ arka cebinden cüzdanını çıkardı, nihayet tezgaha vardı ve önceden hazırladığı parayı hızla üzerine koydu. Barmene, belirli-belirsiz bir selam vererek bu defa kapıya yöneldi, hedefine ulaşmasına birkaç adım kala ise hiç beklemediği bir şey oldu.

"Serkan, Serkan!" Çok iyi tanıdığı ve kaynağını hemencecik kafasında canlandırdığı bu ses, ısrarla ismini tekrarlıyordu. Başını çevirip yanılmadığını fark ettiğindeyse yüzünde şaşkınlık, sarhoşluk ve mutluluk dolu bir gülümseme oluştu. Gecenin monotonluğunu bozan bu adam, yıllardır görüşemediği eski dostu Taygun'dan başkası değildi. Şimdi ona doğru yönelmiş ve bakışlarını üzerine dikmişken; hafızasının derinliklerinden onunla ilgili anıları da bir bir çıkarıyordu. Karlı bir kış gecesi, meteliğe kurşun atmışken karşılarına çıkan terk edilmiş bir eve sığınmış, içeride insan iskeletleriyle karşılaşmışlardı. Bir şekilde polise haber vermeyi planlarken içeriye birilerinin girdiğini duymuş, evin en karanlık köşesine sinmişlerdi. Sesler kesilip kapı üzerlerine kapanıncaysa yepyeni iskeletlerle karşılaşıp çığlıklar içinde bir oraya, bir buraya koşturmuşlardı. Tekdüze bir korku filmini andıran bu sahneyi, bir film eleştirmeni seyir şansı bulsaydı, şüphe yok ki oyuncuların performansına şapka çıkarırdı. O gece Serkan bulabildiği tek yatakta uykusuna yatmış, Taygun ise evin içinde soğuk ve bilhassa korkudan tir tir titreyerek dolanıp durmuştu. Ama bu yirmi yıl önceydi. Şimdi tekrar bir araya gelmişken, titremekten kendini alamayan, bu defa damarlarında dolanan alkolün etkisiyle Serkan'dı.

8 Aralık 2011 Perşembe

deklarasyon

merhaba, popüler olup olmamak sikimizde değil; kendimizin yazıp yine kendimizin okumasıyla ilgili bir şikayetimiz yok, teşekkürler.

kimyayı götünden anlayan adam: james tour


"atomlardan araba molekülleri yapıp satarak geçimimi sağlıyorum"
merhaba sevgili futbolseverler; bugün patolojik denebilecek bir vakayla karşınızdayım. vaka ben değilim, ben değilim, ben değilim lan. başlıktaki adam: james tour. yukarıda da resmi var. hala anlamadıysanız yuh.

eveeet, kim bu ceyms? "sentetik organik kimyager." molekülleri bilirsiniz. bunların bir de yapısal formülleri var. altıgen benzen oluyo mesela, falan filan. uzatmak istemiyorum. hah, şöyle:
"...thank your chemistry teacher."
şekildeki elbette ki kafein!
ceyms amca; kağıt üzerinin dışına çıkınca anlamlarını yitirmelerini bekleyeceğimiz bu şekillerden resimler çizmeye kasan birisi. arabalar çiziyor, adamlar çiziyor. tamam, kağıt üzerinde çizip orada bırakmasında bir sakınca yok; hani benim de sıkıntıdan kafayı sıyırdığım lab günlerinden birinde metil zincirlerinden adamlar çizmişliğim olmuştu; ancak bizimkisi bunları gerçek hayatta da sentezlemekle kafayı bozmuş. resssmen araba şeklinde molekülleri olan maddeler sentezliyo anlayacağınız. tam bir çılgın profesör. hayır yani dünyayı yok edecek bişey sentezleyecek yanlışlıkla. kendini düşünmüyosan başkalarını düşün. tübitak'ta temizlik departmanından bayram vardı rahmetli; hep derdi o; "moleğüllerinizi ortalıh yere bırahıyonuz, her yere ışıma yapıyo, sonra ben temizliyom" diye. bununla paralellik gösteren bir kaygı benimkisi. ama adamımız ruh hastası; orası kesin.


trivial bilgi: james tour ağır bir hıristiyan ve evrim fikrine karşı olduğunu her fırsatta belirtiyor. bu, en azından benim açımdan bu enteresan uğraşları açısından açıklayıcı oldu.


tour'un nanokid ve nanoathlete'i.
kafasına o şeyi geçirenin neden atlet sayıldığı konusunda
en ufak bi fikrim yok.

6 Aralık 2011 Salı

rastgele bilgiler / 06.12.2011

  1. havuçlar eskiden mor renkteydiler. sarı ve beyaz olanları da vardı, ancak baskın renk mordu. 17. yüzyılda hollandalı çiftçiler turuncusunu üretmeyi başardılar. mor havuçlar günümüzde hala mevcut, ancak tatları daha kötü olduğundan pek popüler değiller.[kaynak]
  2. ingilizler neden türkiye'ye hindi diyor? aslında, hindiye türkiye dediklerini söylemek daha doğru olur. zamanında bu garip hayvanlar kendilerine yabancı olan büyük britanya'ya türk tüccar gemileriyle geliyormuş. bu tüccarlar ingilizlerce "turkey merchant" olarak anılmaya başlayınca, kuşun adı da bir şekilde turkey olarak kalmış.[kaynak] (ek ve çok acayip bilgi: biz de sözkonusu kuşa hindi diyoruz elbette. şimdi hindistan'a gidelim. hindi dilinde hindi ne demek? peru. tahmin edebileceğiniz gibi, güney amerika'daki şu ülkeye de peru diyor bu adamlar. uzun lafın kısası, hindiler çaktırmadan dünyayı ele geçirmiş)[kaynak]
  3. gandhi çırılçıplak halde küçük kızlarla yatıyordu ve bazen onlarla sevişiyordu.[kaynak] ayrıca ülkesinde yaşayan zencilerden nefret ediyordu.[kaynak]
  4. karınca kolonileri arasında kölelik, sıkça görülebilen bir durum.[kaynak]
  5. pacman amerika'da piyasaya sürüleceği zaman ilk kararlaştırılan ismi puck man'miş. ancak genç neslin p'yi f'ye çevirip geyik malzemesi yapacağından korkan amerikan dağıtım şirketi, şimdiki ismi uygun görmüş. iyi ki de yapmış.[kaynak]
  6. şarlo'dan bıkmadım. bir defasında o dönemlerde popülerleşen charlie chaplin benzerleri yarışmasına katılmış ve finale bile kalamadan elenmiş.[kaynak] benzer şekilde ciguli de savaş ay'ın program içinde düzenlediği ciguli benzerleri yarışmasına katılmış ve ancak üçüncü olabilmişti. bu ikincisi için kaynak bulamadım, ancak kaynak olmaya en yaklaşan şey, milliyet.com.tr slaytı.
  7. kaju kabukları zehirli. bu yüzden asla kabuklu halde satıldıklarını göremezsiniz.[kaynak]
  8. insanlarda da toksoplazmoz isimli bir hastalığa neden olan Toxoplasma gondii adlı parazit, farelere geçince zavallıcıkların davranışlarını değiştirerek normalde korktukları kedileri çekici bulmalarına neden oluyor. peki neden? çünkü parazitimiz yalnızca kedilerin mide & bağırsağında çoğalabiliyor (ana konağı kedi). bizi de kedilere yedirmenin bir yolunu bulsaydı eminim ki yapardı.[kaynak]
  9. ördeklerin yaşadıkları bölgeler arasında farklılık gösteren aksanları var.[kaynak]
  10. Turritopsis nutricula türü denizanaları, teoride sonsuza dek yaşayabiliyor.[kaynak] bir T. nutricula ırkçısı olarak her canlı ölümü tadacaktırla başlayan şu ayetten (al-i imran suresi, ayet 185) rahatsız olasım geldi.

4 Aralık 2011 Pazar

rastgele bilgiler / 04.12.2011

god save the queen.
  1. ispanya'da hayat kadınları, güvenlikleri için uyarı yelekleri giymek zorunda. hani şu fosforlu olanlardan.[kaynak]
  2. tavuk yumurtadan çıktı, çünkü modern tavuğun (modern tavuk ne saçma bi tamlama oldu lan) kırmızı ve gri hint kuşlarının melezi olduğuna inanılıyor.[kaynak]
  3. modern tarihteki ilk sigara karşıtı propaganda, nazi almanyası'nda yapıldı.[kaynak]
  4. aynı naziler 1920lerde partilerine para kazandırmak için anti-semit (evet, yanlış duymadınız) isimli bir sigara da üretmişti. [kaynak]
  5. dünyadaki insan popülasyonunun 1 milyara ulaşması, 200.000 yıl aldı. 1 milyardan 7 milyara çıkmasıysa 207 yıl.[kaynak]
  6. 1 milyar demişken, memelilerin ortalama yaşam süresi de tam 1 milyar kalp atışı kadar[kaynak] (spor yapınca nabzınız artıyo tabi, ama bu da dinlenirken kalbin daha yavaş çalışmasını sağlıyo).[kaynak]
  7. 15. yüzyıl avrupasının en fazla satan kitaplarından biri, aeneas sylvius piccolomini'nin yazdığı historia de duobus amantibus (iki sevgilinin hikayesi) isimli erotik romandı. bu noktaya kadar bi gariplik yok, ancak piccolomini sonradan papa olup II. pius ismini aldı.[kaynak]
  8. dünyanın en fazla filmde oynayan adamı ron jeremy'ymiş![kaynak]
  9. ününü oynadığı sessiz filmlere borçlu olan charlie chaplin'in enfes bi hitabet yeteneği var. aslında bu bi bilgi değil elbette ki lan. hayranlık göstergesi hesabı daha çok.[kaynak]
  10. su samurlarının uyurken birbirlerinden uzaklaşmamak için el ele tutuşmaları sık görülen bir durum. bu yüzden acayip sevimli görüntüler ortaya çıkabiliyor.[kaynak][resim][resim]

2 Aralık 2011 Cuma

rastgele bilgiler / 02.12.2011

  1. freddie mercury'nin, üzerinde kedilerinin resimleri basılı olan bir yeleği vardı. bu yelek kendisine bir doğumgününde arkadaşı donald mckensie tarafından hediye edilmişti ve ipekten yapılmıştı.[kaynak]
  2. bizim de kullandığımız miladi (gregoryen) takvimde 0 yılı atlanmış. yani m.s.1 yılından bir önceki yıl, m.ö.1 yılı.[kaynak]
  3. her yıl 14 insan, erkek yunusların tecavüz girişimine maruz kalıyor. bu vakalar arasında toplu tecavüzler de var.[kaynak]
  4. avusturya'da 104 kişinin ikamet ettiği, fucking adlı bir köy bulunuyor. tabi bu isim, bazı ilginç olayların yaşanmasına neden oluyor. köyü gösteren tabelalar sürekli olarak çalınıyor. ayrıca turistler bu tabelaların önünde sevişerek fotoğraflar ve videolar çekiyor. köylülerden biri "I like Fucking in Austria" tişörtleri bastırmaya başlamış, ancak ahalinin tepkisiyle karşılaşınca buna son vermek zorunda kalmış. 2008 kasımında, köyde "festival of the fuck bands" adında bir müzik festivali düzenlenmiş. katılan gruplar mı? fucked up, holy fuck, fuck ve fuck buttons.[kaynak]
  5. ördek bezi diye bir şey var. evlerinde ördek besleyen insanlar kullanıyor bunları.[kaynak]
  6. at kondomu diye bir şey var. iyi de kim takıyo lan bunları atlara?![kaynak]
  7. süpermen, ilk çizgi romanında uçamıyordu, ancak zıplayarak uzun mesafeler kat edebiliyordu.[kaynak]
  8. 2007 yılında çin hükümeti bir yasa çıkararak tibetli ruhani liderlerin hükümetten izin almadan reenkarne olmasını yasakladı.[kaynak]
  9. amerika'da her yıl tecavüze uğrayan on binlerce siyah kadının -birkaç istisna dışında- tümünün tecavüzcüsü siyah. bir başka deyişle; beyaz erkekler siyah kadınlara tecavüz etmiyor.[kaynak]
  10. seyreltildiğinde ve oksijene maruz kaldığında bal, hidrojen peroksit (oksijenli suyun içindeki madde) oluşturmaya başlıyor ve bu yüzden de iyi bir antiseptik. açık yaralara sürüldüğünde vücut sıvılarıyla karışıp seyrelmeye başladığı ve gerekli oksijeni de açık havadan alabildiği için antiseptik özellik göstermesi için gerekli şartlar sağlanmış oluyor.[kaynak]

1 Aralık 2011 Perşembe

todesengel de ağlamış mıydı hiç?


 josef mengele'yi biliyoruz, josef mengele'yi tanıyoruz. dünya tarihinin en sıradışı figürlerinden birisi olan bu adam, aynı zamanda dünya tarihinin en insanlık dışı deneylerini gerçekleştirmişti. bilmeyenler için; holokostun en yetkili olmasa da, en bilindik doktoruydu o. bu ruh hastası çok ilgimi çektiğinden, kendisine ilişkin oradan buradan derlediğim bilgilerle, genel bir portresini çizmek istedim.
  • mengele doktorasını münih üniversitesi'nde yaptıktan sonra, pek şanlı doktor otmar freiherr von verschuer'in* yanında asistanlık yapmaya başlamış. peki hangi bölümde? "kalıtsal biyoloji ve ırksal hijyen.**" nazi almanyasında ırkçılığın bilim dallarına etkisi takdire şayan.
  • auschwitz'e kendi isteğiyle katıldı. hem nazizmi desteklediğinden, hem de toplama kampı hayalindeki deneyleri gerçekleştirebilmesi için biçilmiş kaftan olduğundan yaptı bunu.
  • todesengel, yani "ölüm meleği;" kendisine durup dururken uygun görülmüş bir lakap değil. bu sıfat, denek olarak kullandığı çocukların afedersiniz ebesini sikmeden önce, onlara son derece nazikçe davranması, güler yüz göstermesi, onları şekerlerle beslemesi ve bunlara benzer birtakım hareketlerde bulunması nedeniyle uygun bulunmuş, ki cuk oturmuş. "çocuklar ölsün, ama öncesinde şeker yiyebilsinler" mottosu gütmüş bir şahsiyet.
  • tıpkı verschuer gibi o da ikizler burcuydu üzerinde "çalışmaktan" bambaşka bir haz duyuyordu; bir defasında bir çift tek yumurta ikizini alıp birbirine dikerek yapay siyam ikizleri üretmeye çalıştı. çocukcağızların ellerinin dikiş yerleri fena biçimde iltihaplandı ve nihayetinde kangren oldular.
  • yine tek yumurta ikizleri üzerinde yapmaya bayıldığı bir başka deneyde, birinden aldığı kanı öbürüne naklederek üzerlerindeki değişiklikleri gözlemeye çalışıyordu. ancak elinin ayarı bozuk olduğundan her seferinde kan aldığı bebeği kan kaybından öldürmeyi başarıyordu şapşal.
  • ikizler üzerinde yaptığı deneylerde bir deneği kaybederse, ötekisine gaz odası yolları gözüküyordu. ne de olsa ihtiyaç duyulmuyordu kendisine artık.
  • kendi dünyasının tanrısıydı; kampa yeni katılanların kaderlerini bir bakışıyla tayin ediyor, huzursuzluk çıkaranları ölüm kuyruğunda başlara yerleştiriyordu. yüksek sesle ağlayan bebekleri diri diri yaktığı bile oluyordu. öte yandan rastgele olduğu tahmin edilen bir seçimle, bazılarının da yaşamasına izin veriyordu. auschwitz tutsağı alex dekel'in ağzından: "mengele'nin ciddi bir iş yaptığına inandığını asla kabullenemedim. o yalnızca gücünü kullanıyordu. bir kasap dükkanı işletiyordu – ciddi operasyonları anestezisiz gerçekleştiriyordu. bir defasında bir mide operasyonuna tanıklık ettim – mengele mideden parçalar kesiyordu, ancak anestezik kullanmadan. başka bir gün, bir kalbi yerinden söküyordu – yine anestezisiz. korkunçtu. mengele, kendisine verilen güç nedeniyle çılgına dönen bir doktordu. kimse onu öldürdükleri için sorgulamazdı. ölülerin sayısı tutulmadı. (...)"
  • ikizler haricindeki belki de en büyük tutkusu, fiziksel anomalileri incelemekti. özellikle o sıralarda avrupa'yı dolaşıp çeşitli gösteriler yapmakta olan ovitz ailesi'nin [resim] üzerinde yaptığı incelemeler bahse değer. ovitzgillerden elizabeth'i alıntılayacak olursak: "en korkunçları, jinekolojik deneylerdi. bizi masaya bağladılar ve işkence başladı. uterusumuza enjeksiyonlar yaptılar, kan aldılar, içimizi kazıdılar, delik deşik ettiler ve örnekler aldılar. çektiğimiz acıyı kelimelere dökmek mümkün değil, üstelik deney bittikten günler sonra bile süregelen bir acıydı bu." enteresan ama, mihver devletlerinin savaşı kaybetmesinin ardından ovitzler kurtuldu. tam yedi ay boyunca cehennemi gördüler.
  • sayısız deneylerinden birisi, insanların göz renklerini değiştirmek üzerineydi. bunun için seçtiği belli başlı kimyasal maddeyi deneklerinin gözlerine damlatıyor; tüm bunlar deneğin kör kalmasıyla sonuçlanıyordu.
  • yaptığı cinsiyet değiştirme operasyonlarının kesik cinsel organlar ve cansız bedenlerle sonuçlanması kimseyi şaşırtmamıştır, eminim.
  • savaş sona erince, odessa aracılığıyla ülkeyi terk ederek çoğu nazi savaş suçlusunun yaptığı gibi güney amerika'ya kaçtı. uruguay'da evlendi. almanya'dan gelen yardımlar sayesinde rahat bir yaşam sürdü. mossad tarafından yeri tespit edildi, ancak planlanan operasyondan birkaç gün önce josé mengele adıyla paraguay'a kaçtı. 1979'da brezilya'da bir kumsalda ölü bulunduğunda 67 yaşındaydı. atlantik okyanusu'nda yüzerken boğulmuştu. sonradan yapılan açıklamalarda, mossad'ın kendisiyle pek ilgilenmediği ileri sürüldü.
  • her ne kadar elde ettiği verilerin çoğu imha edilmiş olsa da, canlı insanlar üzerinde dilediği gibi at koşturma fırsatı bulmuş birinin bilim dünyasına katkıda bulunmaması da imkansız olurdu. örneğin uzay seyahatlerinin ilk kez denendiği yıllarda, insan vücudunun çeşitli koşullar karşısındaki (sıcaklık, basınç vs.) limitleri hakkında kendisinin verilerinden yararlanıldı. hipotermi (vücut sıcaklığının düşmesi, kabaca ateş düşmesi) üzerinde yaptığı çalışmalardan da patolojide faydalanıldı. yine ikizler üzerinde yaptığı çalışmalar da, ismi üzerinde durulmadan bilimsel literatüre geçmiştir. 
  • ne kamptaki, ne de sonrasındaki yaşamı boyunca pişmanlık belirtisi göstermedi. tüm yaptıklarının bilim adına olduğuna yürekten inanmıştı. auschwitz sonrası yaşamayı seçtiği sakin hayat da bunun göstergesi gibi. sıradan bir insanın ne hale gelebileceğini görebilmek için, milgram deneyi
  • ne göz atmanızı tavsiye ederim.