30 Ekim 2011 Pazar

Amfibik Enstitu

20 milyon nufusli bi yerden neredeyse 50’de 1’i nufuslu bi yere gel ama gunluk rutinine belediye otobusuyle ulke degistirebilme gibi bir opsiyon eklensin. Etrafinda yon bulabilme duygunu kazandiracak deniz olmasin ama Avrupa Konseyi ve Insan Haklari Mahkemesi evinden bir tas atimlik mesafede olsun. Bogazda ay isigini beklerken ay, gidisini bahane edip bulutlarin arasindan yuzunu gostermesin ama ayin farkli yonden gelen isinlarini hissedebilmen icin gece gozlerin surekli acik olsun. Yan masada konusulanlarin tek bir kelimesini anlama, aksani bozuk birisiyle anlasmaya calisirken Turkce konusmaya baslamada en ufak bi tereddutun olmasin.

Tum bunlari kafandan gecirirken enerji tasarrufu icin saatini geri almaya calis ama icinden saatini surekli ileri almak gelsin. Saatini geriye almak ileri almaktan daha az enerji kaybettiriyormus sanki…

25 Ekim 2011 Salı

kontrasakal'ın nerden geldiğini buldum!

 http://www.pcp.org.ph/documents/HERO/Asthma%20(PGH)%2002.ppt

 şu epik slaytın 24. sayfasına bi göz atın. altında da "kontra-sikip" yazıyo hatta.

22 Ekim 2011 Cumartesi

seks köleliğine karşı bilinçlendirme afişleri [singapur]

son günlerde internette karşılaştığım şeyler arasında açık ara en ilginciydi bu. görünüşe bakılırsa, singapurlu erkeklerin libidosu epey bir yüksekmiş ve bu da kadın seks pazarının genişlemesine yol açmış (şimdi konu üzerinde bilgili, yetkili bi abi gelse de bana bunun böyle olmadığını anlatsa). neyse işte, ben de sizin bildiğiniz kadarını biliyorum, wikipedia'dan çeviri meviri kasmak da gerçekten çok saçma, rezil, boş.. eeh iğrenç bi iş ve kendimi konu hakkında bilgi sahibiymiş gibi satmak istemiyorum (no pun intended ulan).



edit: ama nihat genç'in magazin programlarını "singapur kerhanesi"ne benzetmişliği bile varmış

büdüt: gelin afişlere istinaden edindiğim az buçuk bilgiyi sizlere aktarayım

singapur'da fahişelik ilginç bir mevzu. evet belki yasal; ancak toplum ortasında pazarlık etmek, pezevenklik yapmak ya da genelev açmak yasak. bu son yasağın çiğnenmesine göz yumulsa da, halihazırdaki kerhanelerde çalışan emekçiler de düzenli olarak sağlık taramasından geçiyor. çevre ülkelerden de "dalı daşşağı altındır" mottosuyla yola çıkarak buraya gönüllü olarak çalışmaya gelen dişi birey sayısı da epey bir yüksek. bu noktaya kadar türkiye'ye benzetebiliriz <<<---------- bu nokta

şimdi işin karmaşık boyutuna geçelim. öncelikle,
  • birçok çocuk, çeşitli vaatlerle kandırılarak kötü yola düşürülüyor
  • turist kızlar kaçırılıyor, belgelerinde sahtecilik yapılıyor, çalıştırılmaya başlanıyor
  • afişten de anlaşılabileceği gibi, restoranda çalışayım derken kendinizi kucaktan kucağa gezerken bulabiliyorsunuz
  • yine afişte görülebileceği gibi, kandırılan / alıkonan kız sayısı tüm güneydoğu asya'da 200.000'i buluyor.
ayrıca:
  • singapur hükümeti konu hakkında bir şeyler yapabileceğini geç de olsa, 2008 yılında idrak edebilmiş ve bir şeyler yapmayı denemiş, göstermelik birkaç kanun çıkarmışlar ve üç-beş kişiyi göz altına almışlar, ancak konuyu çok da umursamadıkları belli
  • sorunun üzerine en fazla giden; sivil toplum örgütleri, dernekler vs. ve afişi hazırlayan traffick lights da bunlardan birisi
  • şimdi  burda 40 yılda bi işi düşen, onda da muhabbet etmeye çalışıyomuş gibi lafı uzattıkça uzatan insanların yaptığı gibi "traffick lights'a yardım için şunu bunu yapın" deme yüzsüzlüğüne girmiycem, zaten alakam da yok, çok fazla umrumda da değil, bana bunları yazdıran afişlerin enteresanlığıydı
  • hepsi bu

21 Ekim 2011 Cuma

kalabalığa ahlâk dışı sövgüler

selamlar gençler, toplumda mezar sikicilerin sayısında görülen yoğun artış sonrasında, mezarlara gereken saygının gösterilmesi ve mezarlıkların düzeninin bozulmaması adına, insanımızın ölü-sikme eylemini kolaylaştırmak için birkaç arkadaş toplanıp nekrofil genelevi açıp nekro-pezo olmaya karar verdik. fotoğraf da içinde çeşitli düzenlemeler yapıp kullanıma hazır hâle getirdiğimiz mütevazi bangbus'ımızdan. içerisi biraz kötü kokuyor ama ölüyü seven formaldehitine katlansın artık arkadaşım.

not: bir de bangbus'ı kullanacak E sınıfı ehliyet sahibi bireyler arıyoruz; başvurular için lütfen: 05xx xxxxxxx

16 Ekim 2011 Pazar

alpaca dramatica



 4 adımda boşvernizm:

1. internette hakkında yazılası tonlarca şey arasında gezin
2. hepsine şöyle bi göz at
3. tüm sekmeleri kapat
4. alpaka gif'i postla

14 Ekim 2011 Cuma

ihtiyacın olduğu kadar mucizeler


işten ayrıldığı bir haftasonu akşamı, hafta içerisinde çekilişe günler var iken öylesine doldurduğu üç kolonluk kupon ile sayısal'da 4 tutturan garip bi insanım, sayısalda 4'ün daha fazla para verdiğini düşünürdüm bi de. çıkan para altı üstü bi gece dışarda takılmanı sağlayacak kadar bile olmayınca komik gelmekte insana, sayısal'a o kadar da güvenmemek lazımmış. neyse en azından üç gün arkadaşımın evine, "evdeki yabancı" modunda yerleşip de haftasonunu o evden çıkmadan geçirecek miktarda para bırakmış oldu cebime; o kadar da hayıflanmamak lazım. neticede çıkacağına, bir şey çıkacağına inanmadığım bi loto kuponu tuttu lan, komik işte.

aslında daha komik olan "bir mucize bekliyorsan gerçekten de ihtiyacın olmalı" sözünün, 4 sayıyı tutturduğumu farkettiğim an beynimden kulaklarıma, kulaklarımdan ise beynime gönderilmesi şeklinde bir feedback oluşturması olması oldu. oynadığım topu topu üç kolondan bi alttakine yazmış olduğum 37'yi bir kolon üstte kullanmış olsam beş tutturmuş olacaktım veya veya tutmayan iki sayıdan birisi olan 48 yerine 46 yazmış olsam da aynı şey olacaktı -ikisinin birden aynı anda olması ihtimaline gelmiyorum bile bak-. neyse sonra kulaklarımda çalan söze hak vermek suretiyle "o kadarına da ihtiyacım yokmuş mucizelerin sanırım, siktir et yıeaa" diye kendi kendimin düşüncelerini geçiştirdim.

arada sayısal oynamak lazımdı, şans bize küçük sürprizler yapar, biz de onlara sevinirdik.

11 Ekim 2011 Salı

uykusuzluk, black hole sun filan...

N.K.A. da şu saate kadar uykum gelmesi gerekmekteydi diye kendime söver iken, işbu eser aklıma düşüp de dinlemek istedim ninni niyetine. karanlıkta ekranı çiziklerden ölmekte olan façalı mp3player'a ulaşmayı çabalarken içsesten "aç bilgisayarı mk, yataktan mı çıkacaksın şimdi, sanki uykun var da ekran parlaklığı uykunu kaçıracak" şeklinde gelen seslenişe "çok doğru söyledin be abi" şeklinde hak verip bilgisayarı açtım, klibi izledim, klibin rahatsız etme yetisini sanki bilmiyormuşum gibi ve de bok varmış gibi. saygı duyulması gereken bi nefret kusma örneği lan bence bütün klip. neden bunları yaptım ve neden şu an buraya yazıyorum pek de bilmiyorum aslında.

akşamın başına dönersek. bir gece daha geçirmek istemediğimi düşünerek iki gecedir kalmakta olduğum arkadaşlarımın evlerinden ayrıldım. dışarısı insanın derisine kesik atacak derecede soğuk olmasa da, sinüziti ve kronik ortakulak iltihabına sahipler için tehlikeli olabilecek derecede rüzgar içermekteydi. bense iki gün önce, iki gün sonrasının havasını hesaplayamayacak şekilde uygunsuz giyindiğimi durağa vardığım anda kavrayıp, geriye dönmüştüm. kendimi havaya daha uygun bir hâlde düzenlemek üzere, arkadaşımdan ödünç aldığım hırkanın kapşonunu(kelimenin orjinalindeki p ile ş arasındaki i'yi akıl eden bünyeye koyayım mümkünse) kafama çekmiş herkesten saklanan bir edayla, bu sefer durağa doğru bir geri dönüş yapmayı planlarken, biraz sonra kendimi durağı geçmiş bulacaktım. bi durak bi durak daha derken kendimi 4.levent'ten zincirlikuyuya kadar yürüyerek vardığımı farkettim.

"yağmur yürürken yolda yağması lazımdı insanların" diye düşünürdüm ki çünkü ben, zevkliydi işte yağmurda yürümek yalnız olsan da. sesinden midir bilmem, yoksa atalarımızdan kalma yağmurun temizlenme duygusu efsanesinden mi? kendimi hep rahat hissetmişimdir yağmurda yürürken, üzerime düşen her damlayla yavaş yavaş insandan sıçana doğru yol alsam da o anda pek de umursamam; ama sinüzite sahip bi insan olarak bu umursamamalara zaman zaman sövmelerim de olmuştur. pişman olmuş muyumdur... hiç sanmıyorum. "bir boşvernist hiçbir zaman pişman olmaz" diyip de susmak gelir içimden.

10 Ekim 2011 Pazartesi

ölü

hayatımın geride kalan kısmında birkaç tanesini görebilme şansını yakaladıysam da, cansız bedenlerle karşılaşmalarım içinde şüphesiz en vurucu olanını; güneşli bir beşiktaş sabahında monsieur tartuffe'nin eski evine giden yokuşu arşınlamama borçluyum. beni tanıyanlar o pergelleri açık, başı öne eğik, amortisörleri bozuk yürüyüş tarzımı bilir. tam da bu hal içinde, kafamda kimbilir hangi düşünceler dolanırken; dahası, gözlerimin önünde akıp giden kaldırım taşlarının herhangi bir sokak hayvanı pisliğiyle kirlenmediğinden emin olmaya çalışırken; bakışlarımı bir anlığına karşıya dikmemle gördüm onu.

G603 tipi granitin üzerinde vitruvius adamı gibi uzanan bu beden, üzerini kuşatan giysilerden de anlaşılacağı üzere; yollarımızın kesişmesinden kısa bir süre öncesine dek, yokuş boyunca süregelen dükkanların tekinde çalışan bir boyacıya aitmiş. sonrasında ne olduysa olmuş ve boyacının kalbi, daha fazla atmamaya karar vermiş. zavallı adam; henüz kalbinin bu ihanetine itiraz etme şansını bile bulamadan yere yığılmış. öyle ki; ölmekte olduğunu fark edip edemediği bile şüpheliymiş. oysaki böyle bir son, planları dahilinde hiç mi hiç yokmuş. kahvaltı ederken birdenbire öldüğünüzü düşünün. ya da kedinizin kumunu yenilediğiniz sırada. veya başka herhangi bir günlük rutininizi icra ederken. haksızlığa uğradığınız düşüncesine kapılmaz mıydınız?

cıvıklığımı hoşgörün lütfen; her ne kadar ben öyle yapamasam da. ve izin verin, size içinde bulunduğum o anları etraflıca anlatayım. çevresinde toplanıp "vah vah, cık cık cık, yazıkyazıkyazık" diye sinek vızıldamasını andıran sesler çıkaran insanlara kalırsa, rahmetlinin vakti dolmuştu da; evrendeki en büyük adalet sarayının o pek haşmetli hükümdarı, kimbilir hangi gerekçeyle, kendisini buralardan uzaklaştırmıştı. banaysa bu olayı basit bir kalp krizi şeklinde açıklamak daha akla yatkın geliyordu. adamcağızın solgun yüzü, daha şimdiden toprak altına girip çürümeye hazırlanıyordu sanki. bir heykel kadar hareketsizdi; tüm bu karmaşanın ortasında, nasılsa zamanı durdurmayı başarmıştı. pek sırlarını paylaşacakmış gibi de durmuyordu. oradaydı, ama değildi. kainatın en gizemli oyununu bizlerle birlikte oynamış ve görünüşe bakılırsa, hepimizden önce kaybetmişti.

fazla bir şey düşünemeden kaçtım oradan. kalsaydım da, cıklayanlar korosuna katılmaktan başka yapacak bir şeyim olmayacaktı zaten. o sahneden bana son yansıyan, ambulansın arkamı dönmemin ardından işittiğim sireni ve içinden fırlayan iki görevlinin telaşlı bir "ex olmuş"la temellenen diyalogları idi. belki o anda farkında değildim, ama "niye ölmüş diyemiyorlar lan?!" sorusunun beynimde yankılanması, bu acıklı olayın şokunu üzerinden atmamı çok daha kolay kılmıştı. adımlarımı öncesinden de çok sıklaştırarak gün içinde bir daha böylesine sarsıcı bir vukuatla daha karşılaşmamayı umut ederken, yokuşu bitiren köşeyi döndüm. güneş daha yakıcı geliyordu artık, hepimizse daha kırılgandık. kendimi çok güçsüz hissettim ve bir an önce eski kaygısız halime bürünmeyi diledim.

(ölümü tadacağım günü iştahla bekliyorum)

6 Ekim 2011 Perşembe

anlaşılayazılırken boşvermek şansı

Herkes tarafından anlaşılan bi insan olmak kadar gereksiz bi çaba yok sanki. Herkesin anladığı ya da aslında sadece anladığını sandığını iddia ettiği şeyleri pek sevememişimdir hep. Popüler kitapları okumaktan hep kaçmışımdır. Üstünden yıllar geçtikten sonra kitaplar hala anlam ifade etmektelerse gerçekten okumaya değer gelirler bana, ne biliyim o kadar uzun yaşamıyoruz sonuçta ortalama bi insan hayatını baz alırsak. Bi de buna kuvvetle muhtemel normal bi insan ömründen daha kısa yaşayacağımı katarsam –ki uzun yaşamak ki bi arzum olduğu çıkarılmasın, bu bir hayıflanma değil-, Vaktimi okuduktan sonra “bune lan” diyeceğim bir kitapla harcamak istemem.

Yazar olmak isterdim fakat yazdıklarımı anlayacak kitle o kadar ufak olurdu ki, gidip de o kitabın basılmasıyla insanların harcayacağı çabaların hepsi boşuna olurdu, -kitap yazan ama basmayan bi yazar olabilirim yani bak-. Hem insanın içine daral getiren boşvermişlikle alakalı yazılardan kaç kişinin hoşlanması mümkün ki. Şu cümleyi yazdıktan sonra bile “siktir et abi sikimsokum tasarımcılık(lütfen evcilik gibi bişi algılayın bunu) adı altında bir yerlerde bişiler yaparsın işte, anlamsız bişiler, kendini tatmin etmeye o kadar da uğraşma, kim tatmin olmuş ki dünyada” diyosam ortada ciddi bi boşverme sorunu vardır; ama bu umurumda mıdır?

"bilmem" diye kendi kendime yanıt verdikten sonra tramvaydan inmiştim artık. biraz aptal aptal yürüdükten sonra sayısal oynayayım bari dedim. ilk kolona son gördüğüm 6 arabanın plakasının son iki rakamını girdim. diğer ikisini, rastgele bir biçimde işaretledim. bu sırada yanımda kupon dolduran dayı, "bu akşam çekilmiyor o" diyormuş ısrarla birşey söylemeye çalıştığını görünce kulaklığı çıkardım ve ozman duymuş bulundum kendisinden heyecanlı heyecanlı ve "yıllarımı şans oyunlarına verdim ben" müzmin kaybedenliğiyle çıkan sesler bütününü, "hemen zengin olmama gerek yok, cumartesiyi bekleyebilirim" ile "fark etmez nasılsa çıkmayacak" arası bir bakış ataraktan, "biliyorum" dedim. kupon yatırma sırası beklerken bana melul melul bakan tuzlu fıstık paketlerine de daha fazla dayanamayıp tuzlu fıstık da alıp dükkandan çıktım.

asla tutmayacağını bildiği, henüz çekilmemiş olan loto kuponlarını şu sıralar okuduğu kitabın arasına koymuş olmanın verdiği garip hissiyatla bi sigara daha yakıp yoluma devam etmek o kadar da kötü bir duygu değildi. eve gelip iki saat yatakta debelenip uyuyamayacağını anladıktan sonra, "zaten 12'de uyanacaktım mk" diye bir küfür savurdum, ettiğim küfürün hemen sonrası "ya kupon tutarsa..." şeklinde başlayan hayaller bile kurmadığımı farkettim iki saatlik uyumaya çalışma sürecinde.
hayal kursaydım uyumuş olurdum, olmadı ne yapalım.

2 Ekim 2011 Pazar

whack a kitty


bazen blog'u kedi resimleriyle doldurasım geliyo. işte o günlerden biri de bu sanırım

(orijinal videoyu viiik viiik efektleriyle doldurmuşlar, sevmedim)

cat attack


işbu .gif'e on dakikadır aralıksız gülebiliyorsam, hayat hakikaten de çok güzel lan

alice satrancı



eğer bu kült siteye bir gün yolunuz düştüyse, satranç denen oyunun yalnızca shatranj ve chess adında iki hâlinin bulunmadığını (garip, biliyorum), aksine yıllar boyunca sayısız yaratıcı bünyenin elinden çıkmış birçok varyantının bulunduğunu bilirsiniz. sözkonusu site epey bir eski (ilk defa beş yıl kadar önce girmiştim ve o zaman bile antika gibi gelmişti), listelediği varyantların java appletleriyse tarihi eser statüsünde ve yapay zekaları yerlerde sürünüyor; ancak fikir sahibi olmak için oldukça yeterliler.

en popüler satranç varyantlarından bir tanesiyse, v.r. parton'ın 1953 yılında icat ettiği alice chess. peki alice chess'in olayı ne? neden alice chess? kim bu alice? git kendisine sor kardeşim beni kızdırma şimdi

...

özür diliyorum. sinirimi bozdunuz. bu yazının başından beri küfrediyorsunuz. ben de insanım. peki, ben sorularınızı kendisine ileteceğim, ancak v.r. parton öldü. üstelik boşvernist'in doğumundan tam 14 yıl önce. yani viar bey sorularınıza cevap veremeyecek... yok efendim, maalesef. üff. kötü.

tamam, tamam. alice, çünkü alice aynada kendi aksini görmüş. parton ise tam bir çarls latvic dadcsın hayranı. bunların tümünün fişekleyicisiyse psilosibin. ve gördüklerimiz, asla gerçek değil. çünkü ortak bir gerçeklik yok. çünkü tanrının gözleri yok. çünkü tanrı yok.

sjksds. bana da dava açarlar mı acaba. neyse, daha fazla kaşınmadan konuya döneyim. alice kızı aynaya bakıyor. bu varyantın ismi de buradan geliyor. başlangıç dizilişimiz klasik satrançla aynı. ancak ikinci bir tahtamız var ve hareket eden taşlar sürekli tahtalar arasında yer değiştiriyorlar. örneğin 1. e4 oynadınız; piyonunuz hemencecik karşı tahtaya geçiyor ve orada tek başına takılmaya başlıyor. onun canı sıkılmasın diye ... d5  oynuyor rakibiniz. ancak şimdi ikinci tahta üzerinde birbirinden başka hiçbir tanıdığı olmayan bu iki piyon, aynı zamanda gözlerini kan bürümüş iki düşman. e4'teki piyonun, lanet olası zencinin canını alması için aralarında hiçbir engel yok artık... derken geliyor beklenen hamle: 2. e4xd5... ve kimsenin görmeyeceği sanrısıyla cinayeti işleyen piyonumuz, şimdi başladığı tahtada; herkesin önünde ifşa oluyor utanç içinde, rakip vezirin bir an önce canını almasını bekliyor artık... rakip vezirse son derece sakin, ne de olsa böyle şeylere alışmış. ... Vxd5'i oynadı oynamasına da; şimdi o da ikincil ve boş tahtanın sessizliğinde, yalnızlığına kulak verdi... bu böyle gider. kıssadan hisse: yediğimiz taşın aynı tahta üzerinde bulunması gerekse de, taşımızı bu hamle sonucunda da karşı tahtaya ışınlayıveriyoruz (ancak karşı tahta doluysa, yiyemiyoruz rakip taşı). elimden geldiğince uzatarak anlattığım bu basit bir-iki kural, zaten yeterince zor olan oyuna inanılmaz bir karmaşa getiriyor. kulağa pek bir şey değişmeyecekmiş gibi gelse de, şu linkten kendiniz de test edip onaylayabilirsiniz.

evet sevgili sakallılar, uzun lafın kısası; olur da bir gün satranç, dama, tavla üçlüsünden sıkılırsanız, ekstra bir tahtayla konfüzyon nöbetlerine yelken açmak gibi bir opsiyonunuz olduğunu asla unutmayın. daha da iddialı konuşacak olursak; "sistemin dayattıklarını kabullenmem; kahrolsun konformizm!" diyorsanız da, alice satrancı sizin için doğru seçenek. gelin, şimdilerde ıskartaya çıkmış bu güzel oyunumuza yeniden hayat verelim. son olarak bi tarafımdan uydurduğum bi sözle yazıyı bitirmek istiyorum: "satranç tüccarların, go filozofların, alice satrancı ise kafası karışıkların oyunudur!" yaa, yaaaa..