22 Aralık 2010 Çarşamba

sigara içen yaprağın ciğer filmiymiş bu. kaç kere bırak dedik mereti dinletemedik; tıkanmış bak bütün xylem boruları.

21 Aralık 2010 Salı

kimse michael stipe gibi zıplayamaz



-son günlerde hayat enerjimi sağlayan işbu videoyu kontrasakalda yayınlamamak, kabul edilemez bir hata olurdu-

18 Aralık 2010 Cumartesi

derbeder diyalog




"kaybeden her yerde kaybeder."
(eren, geçen perşembe akşam suları, 215'te boğaza karşı tüttürürken)

15 Kasım 2010 Pazartesi

13 Kasım 2010 Cumartesi

martılar neden tehlikelidir?


sağ alt köşedeki eleman da "THIS IS SPARTAAA!!!" modunda takılıyo.

(üzerine tıklayın bence. ben öyle yapıyorum)

12 Kasım 2010 Cuma

hitler birimi


mevzu biraz karışık. özet geçicem. reddit'tekiler düşünmüş. enteresan bi fikir.

hitler bir ölüm birimi... şimdi şöyle; hitler'in öldürdüğü kişi sayısını
6 milyon kabul edersek;
bu durumda 1 hitler de 6 milyon = 6*106 ölüme eşit oluyormuş.

SI öneklerini birimimize uygularsak, 1 hitler = 103 milihitler = 106 mikrohitler yapar. bu durumda bir kişinin ölümü;
1/6*106 hitler = 1/6 mikrohitler = yaklaşık 167 nanohitler demek.

12 kişiyi öldüren bir seri katili düşünün. bu, katilimiz 2 mikrohitlerlik iş yapmış demek.

reddit'teki orijinal metinde, abd çevre koruma kurumunun son açıkladığı rakamlara göre bir insan hayatının 6,9 milyon dolar = 6,9*106 dolar değerinde olduğu, bu durumda 1 hitlerin 6,9*106*6*106 = 41.400.000.000.000 dolarlık kayba; yani -41.400.000.000.000 dolara eşit olduğu; buna göre bize 100 dolar borç çıkaran bir bankanın bizi 242 pikohitlerlik bir şiddette ayaküstü ***tiği ve bu durumda banka çalışanına tezgahın arkasında küçük bir auschwitz bulundurup bulundurmadıklarını sormamız gerektiği de yazıyor (sayıları değiştirdim ben de)

başka birimler de türetilmiş tabi... hitler görevde bulunduğu sürece saniyede 0,018 ölümden sorumluymuş. buna göre 0,018 ölüm/saniye de 1 hitler saniyesi oluyor.

örnek soru: 100 kişinin öldüğü bir saldırı, kaç hitler saniyesi sürmüştür?

cevap: 100 / 0,018 ≈ 5555,6 hitler saniyesi ≈ 92,6 hitler dakikası = 1 hitler saati 32 hitler dakikası 36 hitler saniyesi.

31 Ekim 2010 Pazar

Luke... I'm your father


yaptığı gönderme ile basit ama güzel bir reklam olmuş derim.

13 Ekim 2010 Çarşamba

25th hour (2002)


son 10 dakikaya gelmeden bişi dememeli mümkünse film hakkında. o kısma kadar dikkatle izlenmeli, o kısımda da dikkat x3'e çıkarılmalı ilk kısma oranla. bir de bu filmi aksiyon beklentisiyle izliyorsanız, filme hiç bulaşmamanızı tavsiye ederim.

22 Eylül 2010 Çarşamba

kim tasarlamış bu kulaklıkları?


çok ünlü bir elektronik firmasının kişisel medya ürünlerinde yıllar boyu default olarak sunduğu kulaklık: walkmanlerden çıktı, discmanlerden çıktı, mp3 playerlar'ından da çıkmaya devam etmekte.(çok ünlü bir elektronik firması diye geçiştirirken fotoğrafta da firmayı sansürlemiş olmak zor gelmeseydi iyi olacaktı, ama neyse biraz reklam yapmış olduk)

asıl konuma gelmeye çabalarsam sorun şudur ki: şu lanet kulaklık benim kulağıma yıllarboyu, kulağımın ebatlarının değişimine rağmen -küçükken bir dönem kepçeymişim,evet- hiçbir zaman kulağıma oturamamasıyla, tüm japon ırkına karşı nefretimi tetikleyen bir ürün olmuştur. hayır şimdi bu ürün, yıllarboyu bu şekilde; yeni ürün çeşitleri çıksa bile, onların yanında verilmesinde herhangi bir sakınca görülmeyen bir şey ise buradan yapılabilecek iki çıkarım vardır: ya "bu firma ergonomiyi sallamamaktadır", ya da ya da "bu ipne meret başkalarının kulaklarına oturmaktadır."

şu çıkarımlar arasından tabii ki ikinciyi seçtim ve bi anlığına sessiz hüzün yaşadım; dünyada şu kulaklığın kulağına oturmadığı tek insan benmişim gibime geldi. sonra dedim belki yalnız değilimdir. bu kulaklığın kulağına oturmadığı başka insanlar da vardır ve onları galeyana getirsem, mail yağmuruna tutsak dedim şu şirketin internet sitesinden verilen iletişim adresini. sonra bi an durup "napıyorum lan ben" dedim mi? demedim tabii ki, yapar mıyım ben öyle şey?. bi an durmuş olabilirim belki ama, ama sadece boşvermiştim ben; işte ne bileyim, hakkında üzerinde uzun uzun düşünmeye değecek bir şeylere henüz rastlamamış gibiydim ve bu kulaklık da hakkında uzun uzun düşünmeye değecek bir şey değildi, hepsi buydu işte.

13 Eylül 2010 Pazartesi

24 hour party people (2002)

döneminin etkili fakat pek de sevilmeyen müzik adamı tony wilson'ın ağzından post-punk'tan rave'e uzanan bir man(d)chester hikayesi. 80ler dönemi manchester gruplarından herhangi birini seviyorsanız izlemeye değer bir film.

bir de bir de filmde rob gretton'ın büyük camlı gözlüklerine takıldım ben, bahsetmeden geçsem olmaz idi.

28 Ağustos 2010 Cumartesi

bir gece

buraya birbirleri ardına sıralandıklarında cesaretimi kırıcı ve kendime karşı duyduğum saygıyı yitirtici etkiler gösteren bir dolu söz öbeği karalamıştım ama sonra bu gittiğim yolun yol olmadığına karar verip hepsini bir çırpıda sildim

saniyeler akıp gidiyor. bugün evde dolanıp dururken geriye ne kadar adımımın kaldığını düşündüm. sonucun bilinmezliği karşısında ürperdim ve bu ürperti beni pek huzursuz bir ruh haline soktu. huzursuzluğumun kaynağı doğrudan doğruya ne kadar adımım -dolayısıyla ne kadar ömrüm- kaldığını bilemiyor oluşum değildi, tüm mitlerin ve sıradışı olayların angaryadan ibaret olduğunu varsayan biri olarak bunu zaten kimsenin bilebileceğini sanmıyorum, yalnızca bu bilinmezlik bana öğrenme imkanımın olup da boşverdiğim ne kadar çok şey olduğunu hatırlattı. son zamanlarda hayatımı boşvermişlik üzerine kurmuştum ve tembellik ruhunuzu kanserin bedeninizi sardığı gibi sarar. hiçbir şey yapmamak dünyanın en bağımlılık yapıcı eylemi olabilir.

yazmaktan bıkmıştım, çünkü yazarken kendimi okumaktan sıkılıyordum. hiç de enteresan bir üslubum yoktu ve onu geliştirememiş, her seferinde en son okuduğum kitabın yazarınınkinin kötü bir taklidi olmasına dur diyememiştim. sıkça geliştiği sanrısına kapılmama rağmen o hiçbir yere evrilmemiş, zaman zaman tıpkı su gibi çeşitli şekiller almış, ve sonunda tekrar başladığı biçime; sıradan bir su birikintisine, yağmur sularının yolun üzerinde açtığı çamurlu bir çukura geri dönmüştü.

safi tembellikte sınır tanımayan bir insan olsam da, kendimi geliştirme hususunda takıntılarım var ve bu ikisinin birbirini dengelediği konusunda görüşler besliyorum. peki bu "denge" hali beni normal kılıyor mu? tabi ki hayır, olabildiğine tutarsızım, kendim hakkında uzun vadeli planlarım günden güne değişkenlik gösteriyor ve asla birbirini tutmuyor. aslında hayatında hiçbir zaman için plan yapmayı becerememiş birisi olarak, bunları "uzun vadeli konulardaki gaza gelişlerim" olarak tanımlamam daha doğru olabilir.

bugünlük bu kadar. hatta bu aylık. muhtemelen bu yıllık. uzunca bir süre kendime kendimi anlatmak istemiyorum. çünkü gerçekten gına geldi.

(bu yazıyı 17.07.2010'da bir nevi günlük işlevi gören kendi blog'uma yazmıştım, bugün değil)

25 Ağustos 2010 Çarşamba

insan zihninin hataları II

"klavyenin tuşlarına basmanın dışında herhangi bir fiziksel aktivite gerektirmeyen bir işten bahsediyoruz, ne kadar zor olabilir ki?" demeyin. yazı yazmak zor zanaat efem. hele bu sıcak havada, mevsimin yaz olduğuna aldanmayın; daha da zor. hele bir de aylardan temmuz ise bambaşka benim gibi yalnızca sıcak havalarda ortaya çıkan esrarengiz bir şeye karşı allerjiniz varsa çok daha zor.

oh be, bu kadar dramatizasyon yeter. yaptığı işin kolay olduğunun farkına vardığında rehavete kapılanlardan biriyimdir de ben. şimdi başlayabiliriz.

aslında bu yazının konusunu belirlemiş değilim. kendimi yazının akışına bırakmak ve onunla birlikte sürüklenmek de istemiyorum, çünkü bunu yaparsam okunabilirliği azımsanmayacak ölçüde düşecektir.

son paragrafı umursamayın. yazılı düşündüm. iyisi mi ben şu "insan zihninin hataları" konusuna kaldığım yerden devam edeyim.

5. sürü psikolojisi (herd mentality) [w/$]

bunu hepimiz biliyoruz. rastladığım en komik örneği topluca intihar eden koyunlar idi sanırım. basitçe; insanların bir eylem, fikir ya da olguyu, yalnızca toplum tarafından benimsendiği için sahiplenmesi, şeklinde özetlenebilir. belki de özetlenemez. siz ne derseniz o geçerli benim için. ben de herkes gibi biriyim sonuçta.

4. tepkisellik (reactance) [w/$]

başkalarının "yap!" dediğini yapmama veyahut tersini yapma eğilimimiz. insanların bu bug'ını fark edip ondan yararlanmak isteyenler "ters psikoloji" dediğimiz şeyi kullanmış olurlar.

efendim, bu da ilk bakışta sürü psikolojisinin karşıtı bir olgu gibi görünse de aslında alakası yok. onda toplum bizi bir noktaya sürüklerken, bunda bir insanın o noktadan kaçınmamızı salık vermesi sonucunda benliğimizde ortaya çıkan inatlaşma duygusu hakim. örnek olarak sırf anne-babası bilmemnesporu destekliyor diye onun rakibine sempati duymaya başlayan beş yaşındaki bir yavrucak verilebilir. şahsi gözlemlerime dayanarak, böyle çocukların gelecekte pek bir inatçı olduklarını söyleyebilirim.

sürü psikolojisiyle ters psikolojiyi birleştiren bir örnek tasarladım zihnimde. hepimiz ailemizin "ders çalış!" baskılarına karşı ters tepki vererek tembel arkadaşlarımızdan oluşan sürüye katılmışızdır, diye tahmin ediyorum. gördüğünüz gibi, bu iki davranış türünün yollarının kesiştiği ve aynı amaca hizmet ettikleri zamanlar da var olabiliyor.

3. hiperbolik iskontolama (hyperbolic discounting) [w]

afedersiniz çok sikko bir şey olduğundan mütevvelit, kimse türkçeye çevirme gereği bile duymamış. bu başlık da benim girişimim, aklı olan insan bunu böyle çevirmez zaten.

neymiş efendim, bize iki ödülden birini seçmemiz önerilse ve bunlardan ikincisi çok daha iyi, işimize yarayacak (...) bir şey olsa, ancak ona yalnızca belirli bir periyodun ardından sahip olabilsek; birinciyi seçme olasılığımız çoğunlukla daha fazlaymış. bu şekilde düşünümenin hatalı bir yanı olduğuna inanmıyorum şahsen. seçenekler değerlendirilirken kendilerinin her yönü göz önüne alınır. "şimdi beş lira mı, yoksa bir yıl sonra yüz lira mı?" diye sorsalar şahsen bir yıl sonra yüz lirayı seçerim, ancak o beş liraya hemen şu anda ihtiyacı olan insanlar da var. ya, yaa...

neyse işte, adamlar bunun için bir formül geliştirmiş ve iskonto-gecikme grafiği üzerinde hiperbolik bir eğri elde etmişler. oradan geliyor ismi (adamlar yapmış).

2. sıçıp sıvamak (escalation of commitment) [w/$]

bundan iyi çeviremezdim sanırım ama

verdiğimiz ya da aldığımız (aldım, verdim, ben seni yendim) bir kararın yanlış olduğunu kendimize itiraf etmemiz pek bir zor. daha dibe dalmaya meraklıyız genellikle, "battı balık yan gider" diyerek. gelin görün ki, hiçbirimiz balık değiliz ve dibe dalma merakımız boğulmamızla neticelenebiliyor. mesela ben şimdi bu son cümlemle saçma bir metafora giriştim ve bu yüzden daha fazla uzatmadan bu paragrafı noktalıyorum.

bu yüzden, zararın neresinden dönsek kârdır.

1. plasebo etkisi (placebo effect) [w/$]

vücut üzerinde herhangi bir etkisi bulunmayan bir maddenin (plasebo); vücuda spesifik bir etkisi olduğuna inanılarak alındığında, bu etkiyi gerçekten de yaratması durumu.

üzerinde paragraflarca yazı yazabileceğim bir konu bu aslında. okuduğum bölüm ve edineceğim meslekle bizzat alakalı olduğu için mi? yoo, yalnızca ilgimi çektiği ve ilaçlarla tedavinin psikolojik bir yönü de olduğunu ortaya koyduğu için. kısacası olay yalnızca farmakodinamik* değil.

ilaç firmaları ürünlerini tanıtırken şu ve şuna benzer ifadeler kullanırlar: "plaseboya göre %x etkili olduğu, klinik araştırmalarda ortaya kondu."

homeopati denilen ve pek çokları tarafından yenilen nanenin piyasada esaslı bir voliyi vurma yöntemi olarak varlığını sürdürmesi de plasebo etkisi sayesinde yine.

* farmakodinamik: ilacın vücutta yaptığı değişiklikleri inceler. bir kardeşi var. adı farmakokinetik. o da vücudumuzun ilaçlara yaptıklarıyla ilgileniyor. onlar olmasa ne yapardık? tanrı onları korusun.

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Vertigo


“düşünemeyen değil, düşünülemeyen olmak istiyorum” dedim. düşünme kabiliyetimi de kendimi düşünmek için kullanmayacaktım yoksa bu beni düşünülemezlikten çıkarırdı. ancak bu şekilde varlığım yok olabilirdi ya da maddesel varlığımın –en azından kendim tarafından- yok sayılabilmesi mümkün olabilirdi. istediğim şey o kadar da imkansız mıydı? bilemedim.

ben; bugün, olmamak istedim sadece. bugünü silmek değildi amacım, bugün varlığını sürdürürse sürdürsün; umurumda değildi. bugünle bir alıp veremediğim de yoktu açıkçası, kendimle de pek sorunum yoktu; güya. biraz şanssızlıktı belki bu isteği doğuran; ama bugünün içinde herhangi bir şanssızlık belirtisinin varlığından da söz edemezdim ki.

bugünden geri olan günlere bakmak istedim: onlar da günün bugün hâlinde oldukları zaman sorun yaratabiliyorlardı. geriye düşen bir hâl aldıklarında seviliyorlardı, en azından bugüne kadar sevilmişlerdi. gelmeyi bekleyen günler de aynı hâle düştüklerinde sevilecek gibiydiler: tutunmayı sağlayan da buydu.

belki de bu bir çeşit vertigoydu: dikeyde değil de, yatayda ve zamana karşı olan. ya da ya da yanlış bir yaklaşımım vardı, hem de büyükçeydi bu yanlış: zaman, -belki de sadece benim için- yatayda değil de dikeyde ilerleyen bir şeydi, algılayabildiğimden tanımlayabildiğim buydu. acaba ben toptan yanlıştım da, vertigonun doğrultusu mu yoktu?

27 Temmuz 2010 Salı

rahatsız edici olabilmek

the million dollar hotel (2000)

benden bilinmedik bi u2 şarkısı isterseniz "the million dollar hotel" derim. sonra gelip "u2'nun öle bi şarkısı yok ki; film varmış o isimde" dersiniz ben de "o şarkı uzun metrajlı bir film, dikkatli izlersen bono'nun sesinden, the edge'in gitarından çıktığını görürsün görüntülerin" diye eklerim. belki bunları demek kendine has bir tarzı olan, filmin yönetmeni wim wenders'a haksızlık olacaktır. ama onun da gönlünü şu yorumla alalım: dünyanın en sikko hikayelerini aşk filmi olarak kakalayan "p.s. i love you" ve benzerlerinin yanında, şu ana kadar izlediğim, en iyi aşk filmidir.

dipnot: screenshot'a aldanmayalım: kendisi siyah beyaz değildir.

23 Temmuz 2010 Cuma

Disney der ki

Disney'e koyayım; sana, bana bişi olmasın.

16 Temmuz 2010 Cuma

ehem.. ehem.. şey..




selam! hiç "şöyle oldu, böyle oldu, onun için yazamadık" gibi bahaneler üretmiycem. tembeliz biz. yazmadık. yüzümüze gözümüze bulaştırdık. ne yani. PARA MI VERİYOSUNUZ SANKİ

ama bu aralar yine 3-5 satır bir şeyler karalayabiliriz bu blog'a.

SIKI DURUN!!!

26 Mart 2010 Cuma

in the mood for love (2000)

son sahnede kapıdan dönmek, yerine şansını denemiş olsa bu bir türk filmi olurdu. ya da 15-20 sene daha erken çekilmiş olsa bunun bahsettiğim sonlu yeşilçam versiyonu çekilirdi diyeyim. izlemeye değecek bir film ama görsellik ve duyguların yansıtılışı bana yetmez diyorsanız sıkılabilirsiniz. biraz da spoiler verdik, ettik içine, nesse.

yarın veya bugün ya da dün



mart ayının sonuna geldiğimiz şu günlerde aslında mart ayının nasıl geçtiğini pek fark ettiğimi söleyemem. her gün aynı yataktan kalkmama tribi. öküzlemesine saatlerce uyusam da yorgun olmak, hiçbir şey istemezlik, aslına bakılırsa uyumak da istemiyorum. hiçbir şey yapmamaya en yakın şeyin uyumak olması beni yatağımın içine doğru çekiyor sanırım.

istememek dedim de, isteyerek yaptığım bir şeyler de yok aslına bakılırsa, okula gitmek istemiyorum, yolculuk yapmak istemiyorum, tanıdıkları görmek istemiyorum, kalabalığa karışmak istemiyorum, evden dışarı çıkmak da istemiyorum, evde oturmak da istemiyorum, film izlemek istemiyorum, kitap okumak istemiyorum, yeni bir şeyler öğrenmek istemiyorum, yeni birileriyle tanışmak istemiyorum, yemek yemek istemiyorum... şu sıralar tek isteyerek yaptığım işin sigara içmek olduğunu farkettim, aslında onu da istemiyorum ama istemediğimi içmeye başlayıp son bir iki nefese gelince farkediyorum. ilk nefes, insanın canının istemesi için yeterince iyi bir his sağlamakta sanırım. ne kadar uzun zaman ayrı kaldıysan o kadar sıkı sarılışı var ya ciğerlere bi de, ibnenin.

bu yazıyı dün ya da üç hafta önce ya da çok mucizevi bir şeyler olmadığı sürece iki gün ya da üç hafta sonra da aynı şekilde yazabilirdim, bugün yazmış olmamın bugüne özel hiçbir yanı yok. özel hissetmesin o da kendini diye diyorum. merak ederim aslında günler kendilerini hiç özel hissederler mi? biz onlara "doğum günü, yıl dönümü" gibi gibi anlamlar yükleriz; ama onlar farkederler mi bunu? ne bileyim çok önem verdiğin, gelmesini beklerken gecesinde uyuyamadığın bir gün: mecburiyetten uyanışını izleyeceğin gün. senin için güneşi en güzel hâline getirip de öyle doğurur mu ve de sabah serinliğini sersemliğini aldıktan hemen sonra yokedip birden içini ısıtacak olan güneşin önünden bulutları çekiverir mi...

22 Mart 2010 Pazartesi

bu sabah

bu sabah erken kalktım. lavabonun başına geçmiş, elimi musluğa götürmüş, kendisinin başından çıkacak ilk su damlalarının yüzüme vurmasını beklerken saat de sekizi çeyrek geçmekle meşguldü sanırım. o bunu yaparken ben de kafamı tekrar yastığa koyup uyumayı deneseydim kendimi fazlaca can sıkıcı bir süreç içerisine sokacağımın bilincindeydim. üstelik sonuç değişmeyecekti. bu yüzden yüzümü yıkadım. işte günü karşılama stilim. tıpkı benim haricimdeki zilyonlarca insanınki gibi. bunca insan yanılıyor olabilir mi?

aynaya baktım. gözlerim suratımda rastgele çıkan sivilcelere takıldı. gecekondulara benzettim onları. bir gecede çıkıveriyorlardı... ve normalde izin alamayacaklarını söylememe gerek var mı? "yüzümde çıkmanız yasak, başka yerde size villa yapalım. çok uygun fiyatlatlarla, hatta bedava, lüften ama, haydi." bunları düşündüm. hayır delirmemiştim, uykuluydum, fazlasıyla uykuluydum ve gülümsedim. gülümseyince göz kapaklarınız kapanır. uykuluyken de. bu yüzden uykuluyken gülümsemek, iyi gider. gözlerimi tekrar açtığımda sivilcelerimi sıkmaya başladım. öyle çok fazla değillerdi aslında. orta okuldayken yüzü sivilce tarlasına dönüşmüş bir arkadaşım vardı. önüne geçememişti çarpık kentleşmenin. lisede hep onun gibi olmaktan korkardım. iyi sayılırdı yine bu halim. üç-beş sivilce, ya var, ya yok. bu yüzden çabuk sıkıldılar onlar da, benim gibi.

bir sonraki durağım mutfak oldu. hedefim yine suydu; sabahları beni kendime yaklaştıran tek şey. neredeyse getirir yani. bu defa içtim onu. şöylece bir ortalıkta dolandım içerken. pencere önündeki saksılara ve içindeki çiçeklere baktım. "onlar da canlı" diye geçirdim içimden, "onlar da nefes alıyor, ne garip." hayır, kafayı sıyırmadım. canım sıkılıyordu, fazlasıyla canım sıkılıyordu ve somurttum. can sıkıntısıyla somurtkanlık iyi gider, insana rahatsızlık hissi verir ve daha yaratıcı düşünmesine olanak sağlar. bu sabah bulabildiğim en yaratıcı fikir, "yatağa geri döneyim ve uyuyayım" oldu.

kendimi dinledim. uzandım ve üstümü örttüm. can sıkıcı bir süreç beni bekliyordu. neden sonra uyumuşum. rüya görmüyordum. kahretsin, rüya görmüyordum.

15 Mart 2010 Pazartesi

insan zihninin hataları I

ciddi bir konuyla karşınızdayız. dün gece stumbleupon tuşunu kırıyordum. farenin sol tuşunu da olabilir. kaçıncıya tıkladığımı unuttum. her ikisine de yani. neyse işte ne diyordum, sonunda karşıma bu linki çıkardı da, kırılmaktan kurtuldu. her ikisi de.

konu insanların günlük hayatta hiçbir mantıklı açıklamanın arkasına sığınamadan yaptıkları hatalar. yok yok, hatadan kastım öyle "yalan söylemek," "insanlara kötü davranmak" vb. şeyler değil. önyargısal zihin bulanıklıkları. fazlasıyla subjektif olsa da listeyi sevdim. her bir madde de tanıdık geldi üstelik. ben de çoğunu yapmaya meyilliyim. siz de öylesiniz.

on tane madde var ve (s)onuncudan başlıyorum:

10. kumarbazın yanılgısı (gambler's fallacy) [w/$]
kısaca şöyle tanımlanıyor: "olasılıkların geçmiş olaylardan etkilendiği sanrısı."

mafyayla başınız belaya girmiş ve bir şekilde sizi yakalamışlar. patronları kaçığın teki. husumet yaşadığı insanların hayatlarıyla oynamayı seviyor ve siz de onlardan birisiniz. küçük, kare bir masanın başında, kafanıza silah dayalı bir şekilde oturuyorsunuz. kel ve keçi sakallı bir çam yarması karşınıza dikilmiş, size bozuk bir para gösteriyor. bir robot gibi, ağır ağır ve dikkatlice konuşuyor: "sönünlö bü oyun oynoyocoz." bu cümleyi kurması tam altı saniye sürdü. salak herif. bu yüzden anlattıklarının gerisini tercüme edeceğim: üç defa art arda paranın yazı mı, tura mı geleceğini bilirseniz sizi serbest bırakacaklarmış. hadi yine iyisiniz. ilk ikisi yazı geliyor ve nasıl oluyorsa, biliyorsunuz işte. sıra son parada...

cüneyt arkın modunuzu açma ihtimaliniz yok. lütfen iki dakika ciddi olun. sizi samimiyete davet ediyorum.

üçüncü tercihiniz ne olurdu?

eğer tura dediyseniz (ki büyük olasılıkla dediniz), sizin de seçiminizi, önceden iki defa yazı gelmesinin son atışta tura gelme ihtimalini güçlendirdiği sanrısına kapılarak yapmış olma ihtimaliniz oldukça yüksek. işte kumarbazın yanılgısı da tam olarak bu... ve hiçbir dayanağı yok (ihtimal sürekli 1/2 olarak kalacak).

9. tepkisellik (reactivity) [w]

"tepkisellik" çok piliçsel bir çevirme oldu, es geçilebilir.

hatırlar mısınız, ilkokulda bazen sınıfa müfettiş geleceği tutardı ve bizler; ülkemizin istikbalinin teminatı, geleceğin avukatları, mühendisleri, otomobil tamircileri, seri katilleri; bizler ki birer fidan, kinder sürpriz yumurta... farklı davranırdık. öylesine farklı davranırdık ki, çıtımız çıkmazdı. müfettiş bey/hanım "tebrikler hocam, çogzel bi' sınıfınız var!" deyip, bizleri selamlayıp, kapıyı dışarıdan kapatıncaya dek; geleceğin tır şoföründen formula 1 pilotuna, hemşiresinden profesör doktoruna, yan kesicisinden banka hortumcusuna yükselirdik. bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik, bir müfettişli günlerdeyse örnek öğrencilerdik, üstelik zaten çocuktuk.

bunu yazmamın sebebi şu "reaktivite" konusunda bir fikir elde edinmenizdi. kısaca açıklamak gerekirse, insanlar izlendikleri ya da bir şekilde takip edildiklerini bildiklerinde, asla ve asla doğal davranmayı başaramıyorlar. bu da bilhassa deneylerde oldukça büyük sorunlar çıkarıyormuş. bunu çözmeyi de, insanlara üzerlerinde tam olarak neyi denediklerini açıklamayarak çözmüşler. blind experiment deniyormuş buna da hatta, blind date gibi; ikisi de hayat kurtarıyormuş.

8. pareidolia [w/$]

işte bu fena. alakasız görüntü ve seslerden anlamlar çıkarma durumu.

örneklerle açıklayalım: backmasking paranoyaları, mars'taki surat, mars'taki şahin k... ayrıca buradan buyrunuz.

ayrıca günümüzün komplo teorisyenlerinin yapmış oldukları araştırmalardan bin bir güçlükle çıkardıkları akla ziyan sonuçları ve saptamaları da bu kategoriye dahil edebiliriz sanırım. "pastafaryanlar spagetti sembolüne tapardı, dikkat ederseniz pastavilla'nın çeşitli ürünlerinde de bu sembolün etkileri görülebilir. zaten ismin de bir çağrışım yapması dikkat çekici," gibi.

7. kendi kendini gerçekleştiren kehanetler [w/$/$2]

bir şeyi kırk kere söylersen olur sözünü bir batıl inanış olarak görüp dışlıyor olsak bile, bir doğruluk payını içinde bulundurduğunu yadsıyamayız. bahsettiğim; "şemsiyemi yanıma almadım, kesin yağmur yağacak, kesin yağmur yağacak, kesin yağmur... (şıpşıpşıpşıpşıp...)" monologunu yaşayan ve bunun gibi doğrudan kontrol altına alamayacağı olaylara ısrarla pesimist, üstelik benmerkezcil bir bakış açısıyla yaklaşıp da her olaydan kendisine bir pay çıkaran insanların, ardından ettikleri "hep de beni bulur!" şeklindeki hezeyanlarındaki SAHTE doğruluk payı değil. kilit nokta da bu; "doğrudan kontrol altına alamayacağımız olaylar."

öğrencisiniz. üniversite dördüncü sınıf. son seneniz olarak kabul edebilirsiniz. önünüzde çok zor finaller var ve içlerindeki en zoru da bir hafta sonra. dersin hocası -afedersiniz ama- manyağın teki. derste "siz zaten geçemezsiniz benim dersimden bu gidişle" diyor, "okulunuz uzadı! mezun etmiycem sizi! yandınız hehehe." diye yerli yersiz çıkışlar yapıyor, arada sırada kendi kendine konuşuyor ve havaya şekiller çiziyor. 45-50 yaşlarında, beyaz saçlı, kısa boylu, sıska, yuvarlak gözlük takan, askılı gömlek giyen bir adam. amfiye kedisiyle geliyor ve onun ders boyunca sınıf içinde rastgele dolaşıp miyavlamasına izin veriyor. kendi cüssesinin iki katı bir eşi var; bazı derslerin orta yerinde amfiye dalarak "asıııım! para lazım cicoşum. bizimkilerle alışverişe çıkıcam" diyen. sanırım adamdaki bazı enteresanlıkların asıl sebebini şimdi anlamışsınızdır. ama konumuz bu değil.

sınavı geçmek zor- gerçekten çok zor; hatta imkansız. evet, imkansız. ve bilirsiniz, imkansız zaman alır. ancak sizin yeteri kadar zamana sahip olmadığınız da bir gerçek- bir haftanız var, hatırlayın. bu durumda ne yaparsınız? "zaten geçemiycem yæææ!" moduna girip de, başınızı yastığa vurup uyumaz mısınız? okulunuz uzamaz mı? size güvenen sevdiklerinize yazık değil mi? NE YAPTINIZ SİZ?

işte burada siz, kendi kehanetinizi gerçekleştiren durumuna düşüyorsunuz. belki de günde 25 saat çalışsaydınız o sınavı geçebilirdiniz. bir ihtimaliniz vardı. ama hayır, bir kere kafanıza koydunuz bile. insan en yenilmez ön yargılarını kendisi yaratır. insanoğlu ne garip.

6. hale etkisi [w/$]

çok dolandırmak istemiyorum, sözlükte harika bir bakınız verilmiş hakkında: "hem sempatik, hem yakışıklı." bir insanı farklı yönleriyle değerlendirirken, bu yönlerden en baskın olarak gözümüze çarpanı, diğerleri üzerindeki yargımızı fena bir şekilde etkiler. bir insan fiziksel anlamda çekici bulduğu bir karşı cins (homoseksüellere başka tabi) ile tanıştığında diğer tüm özellikleri kendisine hoş gelebilir. bedava olan her şeyin apayrı bir tadı vardır. gibi.

13 Mart 2010 Cumartesi

aşk??

şimdi bunun altına aşk parayı da her bişiyi de yener bekleyebilirsiniz. ama onu demeyeceğim. sadece "aşk, kumarın parayla değil, duygularla oynanan bir türüdür" demek istedim buna ithafen. heh şimdi nasıl bi mana çıkarılabilinmiş oldu bu görüntüden bakalım?

2 Mart 2010 Salı

wristcutters a love story (2006)


Aslında bu filmle ilgili daha çok şey çıkar da: "Mucizelerin gerçekleşmesi için çok istemek değil, hiç umursamamak gerekir." diyip geçesim var sadece. ama kendimi zorlarsam "dünyadan sonraki yaşam konusuna yaklaşımı için izlemeye değer" şeklinde tavsiyede bulunabilirim belki.

1 Mart 2010 Pazartesi

tek yaprak "hangi göte" yeter!

Selpak'ın yeni tuvalet kağıdı ve de reklamı. Başlık ise reklamın TV'de görülmesi üzerine refleks olarak ağızdan çıkan bir cümle.
Ben değil idim diyen ama katılmıyor değilim: ey sayın selpak yetkilileri, tek yaprak hangi göte yeter harbiden?

16 Şubat 2010 Salı

lewis carroll-jefferson airplane-alice


and if you go chasing rabbits
and you know you're going to fall...

yazıcında minimum tüketim ile maksimuma mı ulaşmak istiyorsun? bak bi ozman

bu postumu tutumlunun da tutumlusu (ya da cimrinin de cimrisi) diye nitelendirdiğimiz arkadaşlar için geliyor. üşenmemişler sizin için araştırmışlar, biz de yine sizin için üşenmedik bulduk ve de koyduk bunu.

yukarıda görmüş olduğunuz resimdeki kalemlerin herbirinin üzerinde başka bir font adı var ve de içlerindeki mürekkep miktarları herbirinde farklı farklı. niye farklı ne şimdi bu demeniz lazım şu noktada dediğinizi varsayarak devam ediyorum: farklı çünkü; her biriyle aynı puntoda yazmış olduğumuz aynı kelimeden sonra kalemlerin -hepsini tamamıyla dolu olarak kabul ettiğimizde- içinde kalan mürekkep miktarını göstermekte kendileri, şimdi bunu nasıl anlamışlar bulmuşlar derseniz alttaki çalışmaya bakın derim.

tabii ki oturup da bütün fontları yazmamışlar popülerlerden bi kaç fontu değerlendirmişler. çıkışmayın şimdi ee bu eksik diye. nesse öle bişi işte.

15 Şubat 2010 Pazartesi

amerikan futbolu (el yumurtası)


amerikanların kendi futbollarını "futbol" diye adlandırıp gerçek futbola "soccer" demeleri sinir bozucu bir durum. adamların futbol liginin ismi bile "major league soccer." "dur arkadaşım, ona sakır denmez, sakır sensin, futbol o" diyen de çıkmamış yav. neyse, öyle işte. gelin, amerikan futboluna el yumurtası diyelim. alın, verin, yumurtaya can verin.

that's how I roll

şu dünyada gördüğüm en enfes karikatürlerden birisiydi bu. bu kadar.

that's how I roll, motherfucker.

14 Şubat 2010 Pazar

Aziz Valentine abimizin günü

her ne kadar elimizde olmayan imkanlardan dolayı şahsen kutlamayacak olsam da -moroff'u bilemem kutluyodur o çaktırmıyodur bize, belki-, günün anlam ve önemine istinaden...

13 Şubat 2010 Cumartesi

Trio z Belleville (2003)

"underrated sanılan overrated" olarak niteleyeceğim sanırım kendisini:
80 dakikalık filmi 4 saatte bitirebildim, sıkılıp başka şeylerle uğraşıp geri dönüp izledim. en önemli eksiği sürükleyiciliğinin olmayışı -ya da beni sarmadı bilmiyorum-.

filmin isim seçimine gelecek olursak: -"belleville üçüzleri"ne tekabül ediyor Türkçesi- o da bana pek mantıklı gelmiş değil film boyunca öyküsünü izlediğimiz bisikletçimiz iken; filmin adını, en başta yöresel bi üne sahip şarkıcılar olarak gördüğümüz, filmin ortasından sonra bu sefer yaşlanıp çulsuzlaşmış olduklarını görmekten başka kendileri hakkında bi bilgimiz olmayan trio'dan alması, bana pek doğru bi tercihmiş gibi gelmedi. bilemedim. en uzun film yorumum oldu bu da. kötü değil, bulursanız izlemeye değer,ama fellik fellik aranmaya çabalanacak bir film değil, öle bişi işte.

Gerçek vs Sanal


"bazen yaptığımız şeyleri ortaya çıkacak sonuçlardan çok, anlık tatminler için mi yapıyoruz yoksa?"

dört mevsim



hatırlıyorsunuzdur, hepimizin ilkokul sınıfında mevsimler tablosu vardı. kışı temsil eden resimde de illa ki kardan adam resmi vardı. default havuç burunlu, kömür gözlü, düğmeli göbekli kardan adam. gelin itiraf edelim skdjksljds. bu resim bana onu hatırlattı.

okul hayatımız nasıl şey oldu... karardı

(aslen 26 Ağustos 2007 Pazar)

ecg (22:47): stumble'la ahaha
ecg (22:47): ben sabahtan beri
ecg (22:47): stumble
sm7h (22:47): onelan
sm7h (22:47): ?
ecg (22:49): araştır soruştur ekşide falan
ecg (22:49): uğraştırma beni :P
ecg (22:49): http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=stumbleupon
sm7h (22:57): hmmm hgüzel bişie benziyo
sm7h (22:57): :D
ecg (22:57): süper bişey güzel ne kelime :P
sm7h (22:57): adaş hiç başlamamak en iyisi galiba
sm7h (22:57): :D
ecg (22:59): niye bee
ecg (22:59): bayaa güzel o
ecg (22:59): hele firefox kullanıyosan
sm7h (23:00): olm olm bu dalga benim ortalamamı 1.82 den 0.91 e indirebilecek bi atraksiyon gibi duruyo valla
sm7h (23:00): :D
ecg (23:01): ne ortalaması beee
sm7h (23:01): not nott
sm7h (23:01): :D
ecg (23:04): hhahahaha
ecg (23:04): iyi başlama

sonra n'oldu? başladı tabi bu. ben de devam ettim. bu günlere geldik. böyleyken böyle işte.

Hediye-Sevgililer Günü

"güzel olsa nolur, güzel olmasa nolur; zaten daha fazla ne kadar güzel olabilir ki, sonuçta sevdicekten gelen hediyedir" gibi bi cümle kurdum demin -bi arkadaşımın, sevgilisine yapmış bulunduğu hediyeyi yeteri kadar iyi bulmaması üzerine- sap bi insan olarak kendime şaşıyorum, bu cümleden ötürü.

12 Şubat 2010 Cuma

Turşu


yukarıdaki resimde görmekte olduğumuz kornişon türünden başkasını yiyemediğim, yiyebilmek bi yana kokusundan aşırı derecede tiksindiğim bir yiyecek olan turşuyu, insanların canının nasıl krize götürecek derecede çekebildiğini anlayamamam ve muhtemelen anlayamayacak olmam sanırım zevkler ve renkler tartışılmaz sözünü en net biçimde anlamamı sağlayan konu ya da örnek -her neyse işte o- oldu benim için şu hayatta.

DKO '04


2004 Dünya Kaka Olimpiyatları'ndan bir görüntü. ABD'li sporcu Mary Riley, finallerden önce kameralarımıza poz veriyor.

(c) gettyimages 2004

slkjdshlsk

11 Şubat 2010 Perşembe

roma rakamlarını öğreniyorum

İşte blog'umuzdan faideli bir eser! Yalnızca üç kupona! Uykusuzluk sorunundan muzdarip olmam sonucunda oturup bununla uğraşmaya karar verdim. Gözlerim kapanmıyo ve uykunun nasıl bir şey olduğunu hatırlayamıyorum. Üstelik herkesin gereksiz şeylere ihtiyacı vardır.

Bu arada, şu rakamlara gerçek hayatta tek bir kişinin tutup da "romen rakamları" dediğini görmedim. Roma rakamları işte. Neyse, başlayalım, gece uzun, bir kahve alayım...

Bu yazı sayesinde dokuz milyona kadar olan tüm pozitif tam sayıları Roma rakamları şeklinde yazmayı öğreneceksiniz! Harika, değil mi? Bence de! Öff.

I İlk rakamımız olan I, bize Romalıların hayal güçlerinin ne kadar kıt olduğu konusunda iyi bir ipucu veriyor. Düşünebiliyor musunuz, sizden sayısal bir sistem kurmanızı isteyecekler ve en küçük rakamınızı I ile göstereceksiniz. 1'inse en azından bir gagası var (gaga ne alaka diye soracak olursanız, ben dedim ve oldu işte). Neyse, I'in çok fazla bir olayı yok. Üçe kadar bu şekilde sayabiliyoruz. I, II ve III. Biliyorsanız buraları geçin.

I'lerin çok fazla gelebileceğini düşünen Romalıların aklına bir hinlik gelir ve iki tane I'yı birleştirerek V'yi bulurlar.

V İkinci rakamımız da bu ve 5'e karşılık geliyor ve bunu da kimsenin bilmediğini sanmıyorum açıkçası. Biliyorsanız buraları geçin.

X Yine çok yaratıcı bir çözüm. 2 tane I'yı almışlar ve bu defa birbirine çakıştırmışlar. 10 demek oluyor bu da. Bunu da biliyorsunuzdur, bilmeyenler vardır diye yazıyorum, bilmemek değil, öğrenmemek ayıp, siz ananızın karnından bu bilgilerle doğmadınız, ya, yaa.

Roma rakamlarında 1'ler, 10'lar ve 100'lerin kendilerine özel harfllerle gösterilmesinin yanı sıra, bunların 5'er katlarının da (5, 50, 500) alfabetik karşılıkları var. 1, 10 ve 100'e karşılık gelen harfler, art arda 3 defaya kadar tekrarlanabiliyor ve kendilerinden büyük sayıların soluna yazılarak negatif değer alabiliyor. Kafa karıştırıcı olduysa eğer, ilk on sayma sayısını yazmak istersek:

1 -> I
2 -> II (I+I)
3 -> III (I+I+I)
4 -> IV (V-I)
5 -> V
6 -> VI (V+I)
7 -> VII (V+I+I)
8 -> VIII (V+I+I+I)
9 -> IX (X-I)
10 -> X

Biliyorsanız geçin bunları, dalga geçip de sinir etmeyin insanı.

L 50'ye karşılık gelen L de, yine iki tane I'nın birleştirilmesi sonucu oluşturulmuş. Yine çok zekice.

Birden fazla basamaklı sayıları yazarken oluşan kafa karışıklığını gidermenin kolay bir yolu var. Böyle sayıların basamaklarını tek tek değerlendirmek gerekiyor. Örneğin 45 sayısını VL şeklinde değil de, XLV şeklinde yazabiliyoruz, çünkü 40 XL şeklinde ifade ediliyor.

90'a kadar olan sayılardan da bazı örnekler verebiliriz:

37 -> XXXVII
56 -> LVI
61 -> LXI
66 -> LXVI
73 -> LXXIII
89 -> LXXXIX

Sırada 100 var. Yani C. C'yi seviyorum, çünkü I'lardan oluşmuyor. Üstelik bir kökeni de var; Latincede centum 100 anlamına geliyor.

Bu durumda bir-iki 90'lı sayı gösterecek olursak:

92 -> XCII
95 -> XCV (VC değil!)
99 -> XCIX (IC değil!)

Üç basamaklı çeşitli sayılar:

133 -> CXXXIII
187 -> CLXXXVII
246 -> CCXLVI
333 -> CCCXXXIII

Tahmin edebileceğiniz gibi, 500 için yeni bir harfe ihtiyacımız var. D tam da bu iş için yaratılmış gibi. Evet, D beş yüz demek.

555 -> DLV
666 -> DCLXVI (Şu ana kadar gördüğümüz tüm harfler hiyerarşik bir sırada birbirini takip ediyor. Bu ilginç durum 666'nın number of the beast olduğu iddialarını güçlendiriyor. Üstelik, DCL sizin zihninizde de deccalı çağrıştırmadı mı? sdkljsjdkls)
796 -> DCCXCVI
888 -> DCCCLXXXVIII (buradan çıkarılan sonuç: Araplar çok iyi insanlar)

M Geldik M'ye. Yani mille. Yani 1000. M için söyleyebileceğim fazla bir şey yok. Hayatta başarılar diliyorum kendisine buradan. Bir iki örnek verip geçeceğim.

1354 -> MCCCLIV
1988 -> MCMLXXXVIII
1999 -> MCMXCIX
2010 -> MMX
3476 -> MMMCDLXXVI

Eminim ki, 5000 için de bir harf olacağını düşünmüşsünüzdür. Ben de zamanında düşünmüştüm, ancak yok. Çok üzgünüm ama yok işte, unutun bunu! Onun yerine, 5000 ve sonrası için bir hinlik düşünmüş bizim Romalılar ve harflerin üstüne çizgi çekerek 1000'le çarpma yoluna gitmişler. Sizin bulacağınız çözümü... Neyse.

V de 5.000 oluyor kısacası... Bu durumda:

5793 -> VDCCXCIII
7428 -> VMMCDXXVIII

Aynı şekilde;
X= 10.000,
L= 50.000,
C= 100.000,
D= 500.000 ve
M= 1.000.000.

Bu harflerle de bir milyon ve üzerindeki sayıları yazmak mümkün.

1.427.752 -> MCDXXVMMDCCLII

Kolay yolu şu; yüzler basamağından büyük sayıları, üç sıfır atarak yazıyoruz. Üstlerine çizgi koyuyoruz. I'ları M ile değiştiriyoruz. Sonrasında da sayının geri kalanını yazıyoruz. Bu kadar basit.

Not: Rakamlar, üstlerine çizgi çekilmek yerine parantez içine de alınabilir. V = (V) = 5.000 yani.

Hepsi bu! Unutmayın; sıralama IVXLCDMVXLCDM şeklinde.

+rep


"haklısın amca, kızma amca, tamam amca"

3 Şubat 2010 Çarşamba

black country

supergrouplara takmış vaziyetteyim. alın size yepyeni biri daha: black country. deep purple & black sabbath'ta vokalistlik & basçılık yapmış olan glenn hughes, babasının ekmeğini yiyen jason bonham, bir zamanlar dream theater'da üniversite arkadaşı kontenjanıyla klavyecilik yapmış derek sherinian ve joe bonamassa (bonussimo?) diye adı sanı duyulmamış bir gitaristten oluşacakmış.

bu yılın sonu ya da bir dahakinin başına doğru albümleri çıkacakmış. sözlükte olsaydı "buralar hep entry dolacak" yazardım. çok ses getirecekler, çok. glenn hughes olur da güzel olmaz mı?

2 Şubat 2010 Salı

30 Ocak 2010 Cumartesi

tercih meselesi

29 Ocak 2010 Cuma

alakasız haberlerle devam ediyoruz

"haberleri veriyoruz" falan diye değil de, doğrudan konuya dalıyorum. çünkü bir son dakika gelişmesi. rus hackerların türklere göre daha yaratıcı oldukları bilimsel olarak kanıtlanmış. bizimkiler siteleri hackleyip ana sayfalarına "hacked by KURT_31" "turks are will fuck yours mother" "uefa must be clever" (bu sonuncusu olmadı sanki) gibi fantastik kuntastik şeyler yazarken elin igor'u, yuri'si boş durmamış ve daha iyisini yapmış.

moskova'da, medeniyetin beşiğinde, üstelik gayet işlek bir caddedeki dev bir billboard'u (6*9 m) hacklemiş bunlar. peki hack'leyip n'apmışlar? kiril alfabesinde abuk sabuk hack mesajları mı yazmışlar? hayır. reklam mı yapmışlar kendilerince? hahaha, zekice olduğunu kabul etmeliyim ama cevabım yine olumsuz, dostum... bildiğin porno oynatmışlar. trafik de hemencecik birbirine girmiş. ülkemiz gibi hacıların geçtiği yerlerden bikini reklamlarının kaldırıldığı bir yerde böyle bir şey olsa... of, ne kadar klişe bir iş yaptım, yabancı bir ülkedeki olayı anında türkiye'ye uyarlamaya çalışarak. beceremedim de üstelik.

ingiltere'de yeşil başlı edwina nene olarak da bilinen 22 yaşındaki, ülkenin en yaşlı ördeği ördekler cennetini boylamış. bu haberle alakalı olarak pek bir detay bulamadım, zaten ne bulabileceğimden de emin değildim; "arkasında gözü yaşlı yeşil başlı on üç evlat ve otuz sekiz torun bıraktı, dürüstlüğe büyük önem verirdi" gibi şeyler okumayı mı umuyordum acep? çay içmeyi ve havuzda yüzmeyi severmiş ama rahmetli, tüm öğrendiğim bu.

them crooked vultures - caligulove

müzik dünyasına fırtına gibi, katrina kasırgası gibi, el nino ya da la nina gibi, sıcak kumlardan serin sulara atlar gibi bir giriş yapmış olan enfes grup dem kruukd valçırs (ing: them crooked vultures)'ın bu dehşetengiz şarkısını evde oturmuş, art arda beşinciye dinlerken aklıma kendisiyle ilgili bi' şeyler karalamak geldi. daha öncesinde de insanların şarkıları uzun uzadıya anlatmalarının güldürürken düşündürücü olduğunu klavyem bastığınca anlatmaya çalışmıştım, o yüzden satırlarıma yine bir youtube linkiyle son verirken, büyüklerimin ellerinden, küçüklerimin gözlerinden...

ya da durun be. josh homme'un vokali bu şarkıya çok uymuş. caligula + love iyi bir kelime oyunu. melodi ecnebilerin catchy diyeceği cinsten. hani bazı şarkıları ilk kez dinlediğinizde deja vu'msu bir hisle daha önce dinlemiş olabileceğinizi düşünür, ama bunun doğru olmadığını bilip de yüzünüze sıcak bir tebessüm kondurursunuz, hani bir yağmur yağar ya bazen... işte öyle bir şey.

yüzyıllar sonrasından gelen edit: deja intendu o.

16 Ocak 2010 Cumartesi

R.E.M.-Camera


eskiz defterimden, derste canım sıkılmış yanımda fazla kalem yokken yapmıştım. o sıralar çok dinlediğim bir şarkıydı R.E.M.-Camera. kenarda da "If I'm to be your camera, then who will be your face?" yazar, şarkıdan.

14 Ocak 2010 Perşembe

anlamsız karalamalar

(not: bu yazının hepsi hayal ürünü. neden yazdığımdan emin değilim. bol miktarda küfür içeriyordu, ama sansürledim. bu kadar.)

Okula vardığım gibi heyecanla notların asıldığı panoya doğru koşturdum. Tam on dersten sınava girmiştim ve hepsi de açıklanmıştı. Dokuzundan kaldığımı öğrenmem uzun sürmedi. Aslında hiçbirinden geçmeyi beklemiyordum. Her birine bir gece öncesinde öylesine bir bakmıştım, hepsi bu. Ama bir dersin hocası yeterli olduğumu düşünmüştü. Yeterince iyi olmalıydım. Ben, Metin Pars, yeterince iyiydim. Yeterli olmak; ne de harika bir histi bu! Şüphesiz hayatımı da yeterince iyi yaşıyordum. Öyle düşünüyor olmalıydı. Gıptayla anıyor olmalıydı ismimi. Ona kötü bir şey yapmamıştım. Tek bir disiplin suçum yoktu. Derslerine gitmiyordum. Harika öğrenciydim. Kuşkum yoktu bundan.

Okuldan çıkıp sürekli gittiğimiz kahvenin yolunu tuttum. HAYAT ÇAY BAHÇESİ. Sahil şeridinde, küçük bir mekan. Neden çay bahçesiydi, anlamıyordum bunu. Emekli yaşlı amcalar, okulunu asan liseliler ve bizim tayfadan başka kimse bulunmazdı içeride. Çay bahçeleri her türden insan içindi. Küçük çocuklarıyla gelirdi aileler oraya. Sürekli sigara tüttürüp yelpazesini sallayan kadınlar olurdu. Buradaysa sadece biz vardık.

İki tarafından paslanmış demirlerle zemine tutturulmuş plastik tabelanın altından geçtim. Hemen arkasındaki tahta kapıdan içeri girdim. Sağ dipteki masada Sait, Ozan, Tayfun ve Erdal batak oynuyordu. Belli belirsiz bir selam verip yanlarına oturdum. Ses çıkarmadan devam ettiler oyunlarına. Ağızlarında birer sigara. Tayfun içmezdi bi tek. Bi tane de ben yaktım. Samsun.

- Koz neydi lan?
- Maça.
- S****** böyle eli ama.
- Oyna işte a**** k****.
- Dersleri n'aptınız lan?
- ...
- ...
- Ya sokucam dersine şimdi.
- Benim altı tane kaldı.
- Benim yedi.
- M*** k****** karısı dökmüş herkesi.
- Hangisi lan?
- Termodinamikçi var ya lan.
- Haa. Ben geçmişim oğlum ondan.
- Cidden mi?
- Hee. Kılpayı. DC'yle.
- S***** et, geçmişsin ya.
- Tabi lan.

İki çay içtim. Sonra kalktım.

- Soktuğumun yancısı seni!
- Görüşelim lan Çarşamba günü.
- Biz hep burdayız olm, gel.
- Tamam, bi uğrarım.

Uğrayacaktım tabi. Arkadaşım yoktu başka. Canım sıkılıyordu tek başıma gezmekten. Tek başıma yürümekten. Tek başıma yaşamaktan. Kafama takmazdım yine de pek. Bir büfeden Fanatik'le bir paket Samsun aldım. Sahilde bir banka oturdum. Bir sigara yakıp okumaya başladım.

İddaa tahminlerine bakıyordum. Yanım boştu. Yaşlı bir adam oturdu önce: "Evladım, saatin kaç?" "On biri beş geçiyo, amca." "Sağolasın." Konuşurken kelimeleri heceliyordu ve tek tük kalmış sarı dişlerini görmüştüm. Bir poğaçayı on dakikada yedi ve gitti. Muhtemelen o poğaçayı yiyebilecek zamanının olduğunu öğrenmişti benden. Yeni bir sigara yaktım.

Rüzgar tam suratıma doğru esiyordu, soğuk, ama ne soğuk! Tepede güneş vardı ama neden orada bulunduğunu kendisi de bilmiyordu. Paltomu yanıma almamıştım, televizyonda "hava sıcak olacak" denmişti. Hep böyle mi olurdu bu? Kalın giyinseydim havanın ısınacağından emindim. Herkes gibiydim ben de.

Kalktım ve kahveye geri döndüm. Bizimkiler gitmişti. Sokağa çıktım. Başımı öne eğip yerde duran bir kola kutusunu tekmeleyerek yürümeye başladım. Kutunun rengi solmuştu. Üstüne basılmıştı. Son tekmemi savurdum. Bir çöp konteynerine çarptı. Fazlaca ses çıkardı. İçim ürperdi. Karşıdan gelen sarmaş dolaş bir çiftin şaşkın ve ayıplayıcı bakışları arasında adımlarımı sıklaştırdım. Suçlu psikolojisiyle yürümeye devam ettim. Üşüyordum. Soğuk çişimi getirmişti. Niye buradaydım? Ne yapıyordum? Kendime sinirlendim.

Karşıma çıkan ilk minibüse atladım. Parayı uzattım. Ayakta kalmıştım. Yoktu oturacak yer. En arkada üç tane adam yan yana oturmuş, konuşuyordu. Sağlarındaysa başka bir tanesi uyuyordu. Önlerinde iki kadın, çocuklarını çekiştiriyorlar; ellerinde pazar poşetleri. Onların da önünde güzel bir kız var; bakışlarını yerden kaldırmayan. Yanında orta yaşlarda bir adam gazete okuyor. En öndeyse iki tane lise öğrencisi. Sonra da şoför ve muavin. Motorun sesi, korna sesi, şoförün sesi, radyodaki Müslüm Gürses'in sesi, konuşmalar, kahkahalar... Bir süre sonra eve vardık. İndim. Annem bahçede, çamaşır seriyordu. Beni görünce yanıma koştu hemen.

- Yavrum hoşgeldin... Nasılsın?
- İyii; anne... Sınav sonuçlarına baktım... Bi tane dersten kalmışım.
- Boşver evladım, sağlık olsun. Çalışır yaparsın sen.
- Anne... Telafisi haftaya Cuma günü... Ben yine Ozanlarda kalayım mı yarından itibaren? Daha iyi çalışıyoruz orda. Çok zor dersler.
- Kal oğlum, nasıl istiyorsan... Var mı ki evlerinde yer?
- Var anne, var, büyük evleri. Yeterince büyük...
- Sen bilirsin evladım...

Yüzüme bir sırıtış yerleşti. Bol bol batak, sigara, bira ve muhabbet dolu günler beni bekliyordu.

İşte bunu seviyordum.

8 Ocak 2010 Cuma

tanım

08.01.2009 ~ profilaktik şok: sitelere girip profil oluşturma hastalığı. ahahah, ben buna gülüyorum.. (speyşıl tenks tu monsieur tartuffe)

7 Ocak 2010 Perşembe

H.R. Giger

gücün karanlık tarafında yer alan Giger abimiz hale yaşamakta olan önemli bir sanat insanıdır.kendisinin, sevmeseniz de, çok kendine has olmasından ötürü, hayran kalabileceğiniz bir tarzı mevcuttur. en meşhur işi alien filmindeki yaratıktır-muhtemelen burayı okuyup da alien'ı bilmeyeniniz çıkmayacaktır-. eserlerinde "cinsellik, mekaniklik, korkutuculuk ürkütücülük" gibi unsurlar dikkat çeker.kendisi hakkında biraz daha birşeyler öğrenmek isterseniz şöyle de eskilerden kalma şöyle bir adet internet sitesi mevcuttur derken, yazının altındaki resmin de, boy boy heykelleri yapılmış, pano halinde 3 boyutlu çalışılmış çeşit çeşit versiyonları bulunan "birthmachine" adlı eser olduğunu belirterek susuyorum.

no country for old men (2007)



-bu filmin tüm olayı da tommy lee jones amcamızın filmin sonunda attığı, yukarıda gördüğünüz "insanları hiç anlamıyorum bakışı"dır (filmi izlerken bu kadar ağlak gelmemişti.şimdi çok ağlak kaçtı ama böyle değil aslında bu bakış).

5 Ocak 2010 Salı

wheat - don't I hold you

Bir şarkı hakkında ne yazılabilir, bunu düşünüyorum şimdi. Sözlükte şarkı başlıklarına yazılan entrylere bakıyorum örneğin, bazen o kadar uzatıyorlar ki, o entry'yi okuyacağınıza şarkıyı dinlersiniz ve yine de dakikalarca zamanınız cebinizde kalır. Beterin beteri, o sözde "tanım"larda da şarkı adına hiçbir şeyden bahsedilmez. Sadece kişide uyandırdığı duygular birkaç dandik niteleme sıfatıyla süslenerek servise sunulur. "Harika şarkı, inanılmaz şarkı, aşmış şarkı, dinledikçe çılgın atıyorum, bunu dinlerken bir anda kolbastı oynamaya başladım, on yıllık kedime sarılıp ağlıyorum" bilmemne. Bana ne be, bana ne!

Indie ve/veya alternatif rock seviyorsanız bu şarkıyı da sevmeniz lazım. ARKADAŞLARINIZI DAVET EDİN!!1!1!!!1111111!!!! (ne alaka ya di mi, ben de tam olarak emin değilim, bir anda geldi öyle)

(2:07'de wasting too much time dedikten sonra bir gitar melodisi başlıyor ki... çok iyi ya, harika, inanılmaz, aşmış)

Çok da fena bir klibe sahipmiş, biseksüel klibi, aman da aman, kimler gelmiş; burada işte bakın

bir sicilyalının dramı & gerçek atraksiyon memurları

Sicilya'da bir adam varmış; canı sıkılan. Peki neye sıkılıyormuş canı? Yılbaşını karısı ve çocuklarıyla geçirecek oluşuna. Öyle sıkılmış, öyle sıkılmış ki bir karakola gitmiş. Sicilyalı adam. Elin herifi. Yabancı memleket. Yol bilmez, yordam bilmez. Neyse gitmiş bu. Sen git geceyi hapiste geçirmek istediğini söyle. Ret cevabı al doğal olarak. Çık git, bir markete dal, sakız, şeker, ne bulursan çal, karakola geri dön. Aynen böyle yapmış. Sonra n'olduysa salmışlar adamı. Manyak mısın kardeşim, kafa mı buluyorsun demişler. Aynen böyle demişler ama. Adamın suratını göreceksin... Cevâb verememiş. APIŞIB KALMIŞ.. oh evet

Atraksiyon memurları Rusya'da! Evet, "Hüseyin'i yedik" gerçek olmuş. Zavallı Hüseyin 25 yaşındaymış. Atraksiyon memurları dediğime bakmayın. Krizden sonra evsiz kalmış bunlar. Üç tane evsiz. Hüseyin'in kafasına balyozla vurmuşlar. Sonra da bıçaklamışlar. Derisini yüzmüşler. Etin bir kısmını yemiş, diğer bir kısmını da hayır kurumlarına bağışlamışlar yakınlardaki bir fast-food standına satmışlar. İşin bu son kısmını ben de çözemedim pek. İnsan etinin tadını merak ediyor muyum? Evet. Yer miyim? Pek sanmıyorum.. hayır.

bebek köpeği ısırırsa

haber olur.

yazıyooor.. yazıyoor

a scanner darkly (2006)

-"takipçilerin kostüm tasarımını en kolay bu yöntemle sinemaya aktarılabiliriz" diye düşünüp -ucuza kaçaraktan- animasyonlaştırdıkları bir film sanırsam kendileri.

çet log

ecg (00:01):
*the crown of leavingi dinletti bana itunes
*ne güzel geldi yıllar sonra

******* has gone offline

(benböyleişin)

4 Ocak 2010 Pazartesi

the horribly slow murderer with the extremely inefficient weapon (2008)


çin'deki yüce bilge ginosaji'den daha psikopat bir görünüme sahip olsa da bu, ginosaji'nin sinema tarihindenin en psikopat seri katili olduğu gerçeğini değiştirmiyo', değiştirmiyo'.


:dünyanınenyüzeyseladamı:
(film budur abi yæææ)
:dünyanınenyüzeyseladamı:


link meyve suyu: http://www.youtube.com/watch?v=9VDvgL58h_Y

john q (2002)


-tamamıyla, filmin sadece ilk iki-üç dakikasında ve de sonunda bir anlık görülen,cast'inde "beautiful woman" olarak yazılmış, "gabriela oltean"dan ibaret klişe bir filmdir.

memento(2000)


senaryodaki en sevdiğim yan: natalie'nin intikamını karmaya -bence- uygun bir şekilde, ama farkında olmadan almış olmasıydı.

yedinci sanat

yeni yılla birlikte "'kontrakal strikes back' olacak ulan" mottomuzdan hareketle ne gibi eklemeler yapabiliriz diye düşünürken bu formatı buldum. format şudur ki: sinema filmlerine birkaç cümlelik yorumlardan oluşan postları bu tagle yayınlayacağız. çok uzatmayacağız çünkü komplike incelemelere girersek ciddiyetsizliğimizi kaybedeceğimize inanıyoruz(en azından ben öyle inanıyorum).

scriptura superficialis

Them Crooked Vultures dinlediniz mi? Peki ya Velvet Revolver? Audioslave? Chickenfoot? Liquid Tension Experiment? Tamam da bu renkler ne alaka diye soracak olursanız, ben de bilmiyorum. Kafama göre takıldım işte.

Supergroup diyorlar bunlara. Süper müzik yaptıklarından değil, elemanları önceden başka gruplarda ünlendiğinden. Neyse efendim, son yıllarda bu furya arttı gibi gelmeye başladı. Anladığım kadarıyla iyi ekmek var. Yeni grup, yeni şarkılar, yeni albümler, yeni t-shirtler, başka diğer ürünler. iyi para yapıyor olsa gerek. Ama işin kötü yanı, bunlar da pek uzun ömürlü olmuyor. Bir-iki albüm yapıp işin kaymağını yedikten sonra ufalanıp başka süperliklere yelken açıyorlar.

Tek tek grup tanıtmaya çalışmakla uğraşmayacağım. Tek üzüntüm artık eski Hard 'n' Heavy soundunu ve ruhunu yansıtan tek grupların bu züppergruplar olması. Müzik şirketleri sadece ünlü adamlara bu şansı tanıyormuş gibi geliyor bana. Bu da böyle bir üzüntüm işte.

"Tek tek tanıtmiicam" demiştim de yazmadan edemedim; son züppe grup Them Crooked Vultures 2009'un sonunda aynı adlı ilk albümünü (albümün adı "aynı" değil esprisinden nefret etsem de buraya iliştireyim dedim, aslında bu ve bunun gibi esprilerden nefret ederim, mesela "seneye görüşürüz" esprisi, laf esprileri yani, iğrenirim onlardan ve bunu hala okuyorsan ömrünün bilmemkaç saniyesini gereksiz bir amaç uğruna çarçur ettiğinin de farkındasındır umarım - farkındalık iyidir) çıkardı ve ben de hemencecik dinledim tabi. Zaten bana bu yazıyı yazdıran da o albüm oldu. Fazlasıyla deneysel olmuş. "Deneysel müzik ne ki?" diye soracak olursanız ben de pek emin değilim. "Daha önce pek denenmemiş tarzda yapılan müzik" diye atıp tutarım. Yani bu adamların bilimsel deney yaptıkları yok. "Hocu du' bakalım bu riff'le bu davul ritmi uyuyo' mu? Böyle yapınca karbondioksit mi açığa çıkacak? Osursam dinlenir mi?" diye düşünmüyorlar. Bir şey kanıtlamaya çalışmıyorlar. Adamlar zaten kendilerini kanıtlamış diyorum yaa! Boşuna mı süpergrup diyoruz? Ohooo.