11 Ekim 2012 Perşembe

kibrit


"gecenin bi yarısı, saat başına bir arabanın geçmesinin olağandışı sayıldığı bir sokakta, iki arabanın arka arkaya geçmesini beklemek gibi olacağından bahsetmemiştin" derken, suratına bakılırsa ciddi olduğunu düşünebilirdiniz. ama ben, ciddi olduğunu söyleyemezdim; olayların bu noktaya geleceğini kestiremeyecek kadar düşünme kabiliyetinden yoksun olamazdı, tanıdığım kadarıyla olmamalıydı, şarkıda da dediği gibi: beyaz tavşanı takip ediyorsanız, düşmeyi de göze alacaktınız.

tartışmak gereksizdi, burada dil dökmelerimiz bir işe yaramayacaktı. karşımda oturup sussaydı da iletişim kurabilirdik; yani, eskiden öyleydi,  ve yetenekler kolay kolay kaybolmaz diye bilirdim. belki de aslında yapmak istediğimiz bir uzlaşıya varmak değildi şu konuşmada; sanırım arzumuz her şeyi tamamıyla yakmaktı ve bunun farkında mıydık, kendi adıma bilmiyordum.

"birisinin benzini dökmesi birisinin de kibriti çakması gerekiyordu ve görev paylaşımı konusunda sıkıntı yaşıyor gibiydik" diye düşünürken, aslında söyledikleriyle, şu suratıma bakmayan uzaklara dalmış gitmiş taklidi yapan bakışlarıyla, benzini çoktan dökerekten zaten çıkacak olan yangının tohumlarını ıslatmış olduğunu farkettim. salağa yatmakla meşguldüm; haksızlık vardı burada: kibriti çakmak sanki omuzlara daha çok sorumluluk bindiren bir işti. ama bi yandan da bana kalan görevin zorluk derecesi pek yüksek değildi: öyle drama yeteneğimi filan konuşturmama, afili cümleler kurmama  gerek yoktu, ben olmam ve ben olmamın getirdiği bir hareket gayet yeterli olacaktı, zaten başkası gibi davranmak pek bana göre bi iş değildi.

"haklısın" dedim, sadece "haklısın". ve bana kalırsa onun penceresinden bakıldığında haklıydı ama şöyle bir sorun vardı: elimizdeki veriler onun penceresinden görülenlerle kısıtlı değildi; ve o, o kısıtlı alandan baktığı sürece geri kalanı göremeyecekti. görmesini sağlamaya çalışabilirdim; ama bu, şu anki sondan daha farklı bir son sunmaktan ziyade, sadece benim de haklı olduğum yönler olduğunu gösterecekti ve ben bu işle uğraşacak zerre istek barındırmıyordum, hem zaten iyi adam olarak bilinmekten sıkılmıştım, biraz da kötü olarak bilineyim n'olacaktı, taşıyamayacağım bir sorumluluk gibi gelmiyordu hiç şu an.

diyeceği bir şey olmadığını, her şeyin bittiğini bilmeme rağmen, paltomu üzerime geçirirken nezaketen de olsa, suratımda umursamaya çalışıyomuş izlenimi yaratan bi ifadeyle -ki gerçekten umursayan bi ifade takınmak isterdim, ama şu an kaybetmeyi kabullenmeyle gelen boşvermişlik aşamasındaydım, baya baya üzgündüm ama umursayamıyordum işte- "diyeceğin bir şey var mı" gibilerinden önünde durdum. ağır ağır giyinmiştim ve bu süre içinde tahmin ettiğim gibi ağzını açmayı bırak; baktığı yönde, bakışlarında en ufak bir değişme olmadı bile. ben de üzerime düşen son görevi yaptım: "hoşçakal" diyip, arkamı döndüm ve kapıya kadar belki bir ihtimal bir şey der diye yavaş adımlarla gittim. ses gelmedi tabii ki, kapıda bekleme yapmadan çıktım, zaten yeterince yavaş davranmıştım.

kapıdan çıktıktan sonra ufukta kaybolacak olan ben iken, kaybolan tek şey boşvermişliğim olmuştu,  "çıkarken düşürdüm sanırım" diyip, geri dönmeye niyetlediysem de bu kadar saçmalamama izin veremezdim. oturmamın en az garipseneceği  en yakın yere çöküp, kulaklığı kulağıma geçirip, bi sigara yaktım, şarkının sözlerine mırıldanarak eşlik ettim:

Showed her and I told her how
She struck me but I'm fucked up now

Hiç yorum yok: