10 Ekim 2011 Pazartesi

ölü

hayatımın geride kalan kısmında birkaç tanesini görebilme şansını yakaladıysam da, cansız bedenlerle karşılaşmalarım içinde şüphesiz en vurucu olanını; güneşli bir beşiktaş sabahında monsieur tartuffe'nin eski evine giden yokuşu arşınlamama borçluyum. beni tanıyanlar o pergelleri açık, başı öne eğik, amortisörleri bozuk yürüyüş tarzımı bilir. tam da bu hal içinde, kafamda kimbilir hangi düşünceler dolanırken; dahası, gözlerimin önünde akıp giden kaldırım taşlarının herhangi bir sokak hayvanı pisliğiyle kirlenmediğinden emin olmaya çalışırken; bakışlarımı bir anlığına karşıya dikmemle gördüm onu.

G603 tipi granitin üzerinde vitruvius adamı gibi uzanan bu beden, üzerini kuşatan giysilerden de anlaşılacağı üzere; yollarımızın kesişmesinden kısa bir süre öncesine dek, yokuş boyunca süregelen dükkanların tekinde çalışan bir boyacıya aitmiş. sonrasında ne olduysa olmuş ve boyacının kalbi, daha fazla atmamaya karar vermiş. zavallı adam; henüz kalbinin bu ihanetine itiraz etme şansını bile bulamadan yere yığılmış. öyle ki; ölmekte olduğunu fark edip edemediği bile şüpheliymiş. oysaki böyle bir son, planları dahilinde hiç mi hiç yokmuş. kahvaltı ederken birdenbire öldüğünüzü düşünün. ya da kedinizin kumunu yenilediğiniz sırada. veya başka herhangi bir günlük rutininizi icra ederken. haksızlığa uğradığınız düşüncesine kapılmaz mıydınız?

cıvıklığımı hoşgörün lütfen; her ne kadar ben öyle yapamasam da. ve izin verin, size içinde bulunduğum o anları etraflıca anlatayım. çevresinde toplanıp "vah vah, cık cık cık, yazıkyazıkyazık" diye sinek vızıldamasını andıran sesler çıkaran insanlara kalırsa, rahmetlinin vakti dolmuştu da; evrendeki en büyük adalet sarayının o pek haşmetli hükümdarı, kimbilir hangi gerekçeyle, kendisini buralardan uzaklaştırmıştı. banaysa bu olayı basit bir kalp krizi şeklinde açıklamak daha akla yatkın geliyordu. adamcağızın solgun yüzü, daha şimdiden toprak altına girip çürümeye hazırlanıyordu sanki. bir heykel kadar hareketsizdi; tüm bu karmaşanın ortasında, nasılsa zamanı durdurmayı başarmıştı. pek sırlarını paylaşacakmış gibi de durmuyordu. oradaydı, ama değildi. kainatın en gizemli oyununu bizlerle birlikte oynamış ve görünüşe bakılırsa, hepimizden önce kaybetmişti.

fazla bir şey düşünemeden kaçtım oradan. kalsaydım da, cıklayanlar korosuna katılmaktan başka yapacak bir şeyim olmayacaktı zaten. o sahneden bana son yansıyan, ambulansın arkamı dönmemin ardından işittiğim sireni ve içinden fırlayan iki görevlinin telaşlı bir "ex olmuş"la temellenen diyalogları idi. belki o anda farkında değildim, ama "niye ölmüş diyemiyorlar lan?!" sorusunun beynimde yankılanması, bu acıklı olayın şokunu üzerinden atmamı çok daha kolay kılmıştı. adımlarımı öncesinden de çok sıklaştırarak gün içinde bir daha böylesine sarsıcı bir vukuatla daha karşılaşmamayı umut ederken, yokuşu bitiren köşeyi döndüm. güneş daha yakıcı geliyordu artık, hepimizse daha kırılgandık. kendimi çok güçsüz hissettim ve bir an önce eski kaygısız halime bürünmeyi diledim.

(ölümü tadacağım günü iştahla bekliyorum)

3 yorum:

monsieur tartuffe dedi ki...

ne zaman oldu lan bu olu gorme muhabbeti. niye anlatmadin ak... olaya bak aqp

boşvernist dedi ki...

anlaşılan adam biriktirip bloga saklamış, kimselere anlatmayıp.

moroff dedi ki...

oha nasıl anlatmadım. sıcağı sıcağına anlattım o gün sana, yine vay aqp falan deyip geçiştirdin. adam farkında değil lan