12 Aralık 2011 Pazartesi

eski bi bar öyküsü, yarım kalmış

(üniversite hayatım boyunca derslerde yazdığım yüze yakın (evet) öyküyü kendi bloguma geçiriyodum. içlerinden en çok bunu bulduğumda sevindim. yazdığımda çok hoşuma gitmişti çünkü. şimdi, daha nesnel bir inceleme yapmayı başarınca, o kadar beğenmedim; içinde epey bir hata buldum ve yine de düzeltmeye kıyamadım. olsun.  o zamanlar aşırı derecede paul auster etkisinde kalmıştım. tapıyordum auster'a.

öykücük ne yazık ki yarım kalmış. tahminimce dersin birinde yazmaya başlayıp sonrasında unutmuşum. bu yüzden hiç okumamayı seçebilirsiniz. bir yere varmıyo ne de olsa.)

Adını şimdilerde çoktan unuttuğu bir barda, tadını asla unutamayacağı birasını yudumluyordu. Aslında bu mekana sık sık gelirdi; bazen akşamüstü iş çıkışında, bazen haftasonları kendisini evden dışarı atmak istediğinde; yazın ve kışın; sevinçli, üzgün, kızgın, pişman ve çoğunlukla hayatın kendisine verdiği tüm şeylerden bıkkınken; maaşını henüz aldığında ya da cebinden tek bir içki parası çıkarmak için zorlandığında; değişmeyen tek şeyse yalnız oluşuydu. Barı ve barmeni, içkisini bir zamanlar bolca izlediği Amerikan filmlerinde yapıldığına sürekli tanıklık ettiği gibi "her zamankinden!" diyerek isteyebilecek kadar iyi tanıyordu. Ancak kendi "her zamanki"si yetmiş santilitrelik biradan başka bir şey olmadığından, bunu yapmaya bir türlü cesaret edememişti. Zaten barmenle göz aşinalığı kurduktan bir zaman sonra da, hiçbir şey söylemesine gerek kalmadan önüne getirilmeye başlamıştı içkisi.

O geceki beşinci, hayatınınsa kimbilir kaçıncı yetmişliğini devirdikten sonra tuvalete gitme ihtiyacı duydu. Merdivenden inip kendisini içeri attı ve doğru kapıdan girip girmediğinden emin olmadığı için ruhunu hafif bir tedirginlik duygusu kapladı. Bu duygudan kendisini kurtarmasıysa ancak kabine girip aşina olduğu "ARA BENİ BOYA BENİ: 05..." ve benzeri yazıları görmesiyle mümkün oldu, çünkü buranın tuvaletlerinde pisuvar yoktu. Böyle şeyleri yazanların ruhsal durumlarını kafasında kurgularken çoktan ellerini yıkamaya başlamıştı bile. Sonra titreyen sağ elinin basit bir hareketiyle suyun sesini kesti, düşünceleri de bu sesi takip ederek hiçliğe doğru yol aldı; öyle ki, ayakları merdivenlere vururken kafasının boşluğu canını acıtıyordu. Gözleri neredeyse tamamen kapalı ve acıdan kıvranır bir halde son basamağı da geçtiğinde, zihni yeniden canlandı, barmene doğru ilerlerken sağ arka cebinden cüzdanını çıkardı, nihayet tezgaha vardı ve önceden hazırladığı parayı hızla üzerine koydu. Barmene, belirli-belirsiz bir selam vererek bu defa kapıya yöneldi, hedefine ulaşmasına birkaç adım kala ise hiç beklemediği bir şey oldu.

"Serkan, Serkan!" Çok iyi tanıdığı ve kaynağını hemencecik kafasında canlandırdığı bu ses, ısrarla ismini tekrarlıyordu. Başını çevirip yanılmadığını fark ettiğindeyse yüzünde şaşkınlık, sarhoşluk ve mutluluk dolu bir gülümseme oluştu. Gecenin monotonluğunu bozan bu adam, yıllardır görüşemediği eski dostu Taygun'dan başkası değildi. Şimdi ona doğru yönelmiş ve bakışlarını üzerine dikmişken; hafızasının derinliklerinden onunla ilgili anıları da bir bir çıkarıyordu. Karlı bir kış gecesi, meteliğe kurşun atmışken karşılarına çıkan terk edilmiş bir eve sığınmış, içeride insan iskeletleriyle karşılaşmışlardı. Bir şekilde polise haber vermeyi planlarken içeriye birilerinin girdiğini duymuş, evin en karanlık köşesine sinmişlerdi. Sesler kesilip kapı üzerlerine kapanıncaysa yepyeni iskeletlerle karşılaşıp çığlıklar içinde bir oraya, bir buraya koşturmuşlardı. Tekdüze bir korku filmini andıran bu sahneyi, bir film eleştirmeni seyir şansı bulsaydı, şüphe yok ki oyuncuların performansına şapka çıkarırdı. O gece Serkan bulabildiği tek yatakta uykusuna yatmış, Taygun ise evin içinde soğuk ve bilhassa korkudan tir tir titreyerek dolanıp durmuştu. Ama bu yirmi yıl önceydi. Şimdi tekrar bir araya gelmişken, titremekten kendini alamayan, bu defa damarlarında dolanan alkolün etkisiyle Serkan'dı.

Hiç yorum yok: