31 Ağustos 2011 Çarşamba

görünmez canavarlar

(not: bu yazıyı okurken kitapla ilgili pek bir şey bulamayacağını bilerek oku)

kendisini arkadaşımın masasının üzerinden oradan oraya atılmakta olarak görüp de çantaya atayım şunu bari, sonra söylerim kendisine dediğim işbu kitabı, okuyacak başka şeylerim ve de okumaya şu sıralar pek vakit ayıramamamdan ötürü çantamda tutup durmaktaydım, belki de başlamak için uygun vakti beklemekteydim, bilemedim.

koştura koştura yetişmeye çalıştığım tren seferine biletimi alıp bekleme kısmına geçtiğim an yapılan "trenimiz son anda çıkan aksaklıktan dolayı 35 dakika sonra istasyonda olacaktır" anonsuyla zaten çok da yüksek seviyelerde olmayan moralimin bir kısmını daha kaybetmiştim. etrafta oturacak bir yerler aradı gözlerim, tüm banklar ben gelmeden kapılmıştı zaten, bana da oturacak rayların yanından başka bir kısım kalmamış gibiydi, payıma düşen buysa napalım diyip trenin raylarının yanındaki kaldırımsı kısma çökmüştüm, 35 dakikanın nasıl geçeceğini hesaplarken zaten bi 5 dakikayı nereye otursam ki telaşesiyle geçirdiğimi farkettim. bekleme anlarında yapılması gerektiği gibi çantamdan bi sigara çıkarıp yakma kararı almıştım. iki paket vardı hangisini seçeyim tereddütüyle birkaç dakika daha yitirmiştim bile, belki de bile bile vakit geçirmek için bu seçememe durumuna sokmuştum kendimi, bilemezdim.

sigarayı çıkarıp yaktıktan sonra gözüme gelmekte olan güneşten duyduğum rahatsızlıktan çok görülmeme isteğiyle, sanki onu takınca görünmez olacakmışım gibi, çıkarıp k-pax gözlüklerimi takmış idim. öyle boş boş raylara bakar iken, yanıma yaklaşan benim yaşlarımda, belki de benden daha büyük bir eleman, bolca 'abi'li bir diyalogla ateş istemekteydi, kulağımda kulaklık vardı, o yüzden 'abi'leri henüz duymamaktaydım. kulaklığımı çıkardım "sana da rahatsızlık verdim ama" dedi, "yok mühim değil, bekliyoruz zaten bir şey yaptığımız yok" diyip çantama elimi atıp bulduğum çakmağı verdim. çakmağı geri verirken teşekkür edip, -kulaklıktan ötürü duymamış olacağımı tahmin ettiğinden olsa gerek- trenin birkaç dakika sonra burada olacağı yönünde anons yapıldığını söyledi; kibarca rayların kenarında oturmamam gerektiğini, bunun; trenin yaklaşmakta olduğu şu sıralar biraz tehlikeli olduğunu kastettiğini çıkardım. saate bakılırsa baya bi dalmıştım rayların yanında otururken. bi sigara daha yaktıktan sonra ayağa kalkıp, beklemeye devam ettim.

birkaç dakika sonra tren salına salına gelmekteydi, normalde kırmızı görmüş boğa gibi yaklaşıp dururdu istasyonda, durana kadar da yeri güzelce bir sallardı; bu sefer öyle yapmadı. yavaş yavaş geldi ben ise kapıyı yakalamak için hiç gayret göstermedim; ama kapı geldi tam önümde durdu, kapıyı benim geçebileceğim kadar açıp -fazla kalın yapılı bi insan değilimdir- içeriye atladım, o dar alandan geçemeyeceklerinden bana neydi. tek kişilik bir yeri gözüme kestirir kestirmez yerime kuruldum, aslında kompartmanları severdim fakat bu dolulukta kompartmanlı kısımda yer arayacak halim yoktu, yolcu salonu tadındaki vagona oturdum. bilgisayar çantasını yukarı sallamış, sırt çantamı da ayaklarımın dibine almıştım. o kadar yoğun bir insan sirkülasyonu vardı ki, yer yer yukarıdaki rafta duran bilgisayar çantamı içimdeki tedirginlikle kontrol etme ihtiyacı hissetmekteydim.

bir süre sonra insan sirkülasyonu azalana kadar, karşı tarafımdaki 2-3 yaşındaki kısa saçlı kız çocuğu -kız olduğu anlaşılsın diye elbise giydirilmiş ve de pembe ojeler sürülmüştü parmaklarına- ve yaptığı arkasında oturanlara yaptığı şebeklikleri izledim. ebeveynleri tahminimce benim yaşlarımda filandı. çocuk, arkasında oturan "pembe cep telefonuyla yonja pozu çekmekte olan 40-45 yaşlarındaki şoparımsı teyzeler"e oyun yaptıkça babası önce bağırınıp kızdı -kulağımda kulaklık vardı sadece dudaklarını okuyarak bağırındığı anlayabilmekteydim- , sonra kollarını sıktı sonra da arada iki-üç kere vurmuştu o şirin çocuğa, en sonunda çocuk da somurtarak oturdu yol boyunca. bense biraz izledikten sonra bilgisayar çantamdan kitabımı alıp yukarıdaki okuma ışığını açıp kitaba başlamıştım.

biraz fazla şiddetsel içerikle başlayan kitap, bol kanlı bir sahne içerisinde ilerler iken, beğendiğim cümlelerden birini çizmek üzere çantamdan baya uzun bir süre kaybolduğunu zannedip yakın zamanda geri bulduğum, çok sevdiğim fosforlu sarı kurşun kalemimi -ki kendisi cümle altı çizmek için birebirdir, belli belirsiz iz bırakır, saman sayfalarda- çantamdan çıkarmak üzere çantanın ön gözüne elimi attım. kalem elimdeydi fakat tereddütte kalmıştım: "kitap benim değildi, çizmemeliydim gibi" ama içimde büyük bir istek vardı şimdi çizmek için; "neyse ben ona yenisini alırım yıeaaa kitabın, nasıl olsa eski basım bir kitap değil" diye içimden düşünüp karara vardıktan sonra, sağ orta parmağımdaki kanı farkettim, parmağımın bir boğumunu kaplayacak bir biçimde kan vardı, suratımda bir yeri kanattım zannedip kanlı kısmı değdirmemeye çalışaraktan suratımı yoklamaya çalıştım, bir şey yok gibiydi, aynada yansımama baktım: biraz suratıma bulaştırdığım kandan başka bir şey yoktu, en sonunda parmağımdaki kanı silince farkettim ki parmağımı iki yerden boyuna çizik almak suretiyle kesmiştim.

kanlı sahneyi okurken parmağımı kesmiş olmama mı, parmağımı nasıl kesmiş olmama mı, yoksa yanımda yara bandı olmayışına mı kafamı takacağımı bilemedim, "kan durana kadar parmağımı emmek" üzerimdeki peçete yetersizliğinden ötürü en mantıklı seçenek gibi durmaktaydı, öyle de yaptım, bi süre sonra kan durdu, biraz daha süre sonra ise zaten yol bitti.

Hiç yorum yok: