19 Mart 2012 Pazartesi

no alarm and no surprises, please

"siz de müzeliksiniz hocam" dedi saba tümer, sabahın köründe. onunla yattığımı hatırlamıyordum... televizyon açık kalmış olmalıydı. doğruldum ve bakışlarımı karşımdaki aptal kutusuna yönelttim. gri, donuk ekranı selamladı beni. okkalı bir küfür savurdum. ne sikim oluyordu lan bu?

tiz bir kahkaha dağıttı düşünce balonumu. saba tümer kahkahası.* neydin sen be kadın? ne yapmıştım da böyle bir lanete bulaşmıştım acep? buna cevap aradım bir süre. ilkokul yıllarım huzur içinde geçmişti. yalnızca bir keresinde mahalledeki sokak köpeklerine müshil vermeye çalışan dombili ali kendisine yardım etmezsem onları üzerime salacağını ağzından tükürükler saçarak dillendirmişti de, ben de naifçe itaat etmiştim... bir gün içinde tüm sokaklar kahverengiye boyanmış, belediyeden ekipler gelip bir deri-bir kemik kalmış hayvancağızlardan canını kurtarmayı başarabilenlerini toplayıp götürmüştü. bu gibi düşünceler birbirini izliyor, ben de onların girdabında sürükleniyordum. sonra satori gibi bir şey oldu, kafamda binlerce havai fişek patladı... ancak o zaman seslerin kafamın içinden değil de, mutfaktan geldiğinin ayrımını yapabildim.

odadan çıktım, var gücümle mutfağa yöneldim. paniğe kapılmıştım, ancak koşturmanın bir anlamı yoktu, zaten tüm evin başıyla sonu on beş adım tutmazdı. mutfağın kapısında, daha önce hiç görmediğim, izbandut gibi bir herif karşıladı beni:
- günaydın hakan bey.
- günaydın, dedim. kibar bir adama benziyordu şu izbandut.
- sizi uyandırmak istemedik... ev sahibi haberiniz olduğunu söyledi.
- haberim mi... neyden?
- saba tümer'le bugün programının çekimleri, bir defalığa mahsus bu evde yapılmakta. hatırlarsanız geçen hafta içinde sekreterimiz mine hanım sizi arayıp onayınızı almıştı.

mine hanım... mine? iki hafta evvel mine diye bir hatunla takılmıştım, o olmasındı bu? "şu mine hanım" dedim, "nasıl biri? kusura bakmayın, uykumu alamayınca sersemleşirim de biraz."

sırıttı izbandut. beyaz dişlerini, yakışıklılığını açığa vuran, üzerinde çalışılmış bir mimikti bu. üzerine çektiği lacileri, endamını, kusursuz türkçesini tamamlıyordu. katlanamazdım böylelerinin gülümsemesine. çekemezdim benden iyi olanları... kimseyle geçinememem bu yüzdendi belki. bunlar aklımdan geçerken izbandutumuz boğazını temizledi ve anlatmaya başladı:

- siz mine'nin arkadaşı değil misiniz, hakan bey? on-on beş gün önce burada arkadaş grubunuzu kahvaltıya davet etmişsiniz. hepsi de evinizin manzarasına hayran kalmış. mine de ilk kez gelmiş size. buranın harika bir set olacağından bahsetmiş. (o bunları gevelerken bense "ha, şu bizim mine!" minvalinde alnımı kırıştırıyor, gözlerimi parlatıyor, sahte gülümsememi takınıyorum) haksız da sayılmaz doğrusu! bu arada ben ferhat, mine'nin nişanlısıyım.
- memnun oldum ferhat bey. doğrudur. siz anlatınca hatırladım. izninizle dışarı çıkıp bir şeyler atıştıracağım. sizlere kolay gelsin. işinizi bitirince kapıyı çeker, çıkarsınız. iyi günler.
- iyi günler, efendim. çok teşekkürler. ücretiniz banka hesabınıza yatırılacak.

iki dakika sonra dışarıdaydım. etrafa küfürler savurarak, sigaramı tüttürerek, yerde gördüğüm bir kola kutusunu tekmeleyerek sokağı arşınladım. soluğu köşe başındaki kahvede aldım. yarım akıllı insanlar, manasız sürprizler... tüm bunlar neden beni buluyordu?

cevabını asla veremeyecektim.

* http://i.imgur.com/P5zx5.jpg

Hiç yorum yok: